Bir Sahtekarlık Hikayesi ya da Kürtlerin Asimile Edilmelerine İlk Adım*

|
1923 yılından sonra tek uluslu, tek dilli, tek kültürlü ve tek tarihli bir toplum oluşturma projesini gündemine alan Türkiye Cumhuriyeti’nde, bu projenin uygulanması için en ciddi sorun Kürtler olarak görünmektedir. Çünkü Ermeniler zaten 1915 yılında İttihatçılar tarafından tehcire tabi tutularak ülke dışına çıkarılmış, Rumlarsa büyük mübadele sonucunda büyük oranda Yunanistan’a yollanmıştır. Dolayısıyla ulus-devlet yaratma projesinin önündeki en ciddi sorun Kürtlerdir. Nitekim ilk on sekiz yılda yaşanan çatışmalar ve üç tane büyük Kürt isyanının çıkması bu sorunun kolayca halledilemeyeceğini de herkese göstermiştir.

1938 yılında en büyük Kürt isyanlarından biri olan Dersim İsyanı bastırılınca, bu konuda yeni bir döneme girilmiştir: Bu yeni dönemin temel politikası ise Kürt varlığını hiçleştirmektir. Kürtlerin aslında Türk oldukları söylense de, yapılan Kürt varlığını belleklerden silmek olmuştur. Çünkü Kürtlerin Türk olduğu bile gerekmedikçe söylenip kamu oyunda tartışılmamış, Rum, Ermeni ve Yunan devletine ilişkin ders kitaplarında yer alan ayrımcı söylemler dahi Kürtlere reva görülmemiş, Kürtlerle ilgili her şey göz önünden kaldırılarak yok edilmiştir. Hatta iş o boyutlara vardırılmıştır ki bölgeye 11 Haziran 1935 yılında “Umûmî Müfettiş” [1] olarak atanan Abidin Özmen, Kürtlerin eski tarihlerine ait olduğunu düşündüğü bir çok şeyi yok etmiştir. “Yeni bir uygulama uyarlamak üzere kudurmuş şahsiyet Abidin Üzmen (Cemil Koçak kitabında bu ismi Abidin Özmen şeklinde yazmıştır.) bu kez Kürtlerin tarihi eserlerini yok etmeye musallat edildi. Ülkede dolaşır ne kadar tarihi esere rastlarsa onu parçalar un ufak ederdi. Faşist Abidin Üzmen’in yok ettiğini öğrendiğim eserler şunlardır: 1. Diyarbekîr surlarında Dostki Kürt Devleti’ne ait kazınmış bir taş eser vardı; o taşı yerinden çıkartarak götürüp kaybettirdi. 2. Batman çayı üzerindeki köprünün güneyindeki ayağının en yüksek yerinde Kürtçe bir yazı vardı. Oraya varmak üzere yeni bir duvar örerek sonuçta o yazıya varılarak çekiçlerle oradan kırarak çıkardı. 3. Dicle Nehri’nin kaynağında Biqlin mağarasında eski çağlara ait yazılar, mağaranın taşlarına kazınmış olarak duruyordu. Bir mağaranın kapısında da heykel vardı. Liceli Hesoye Perişanê’ye 500 kağıt vererek, beş sicim ipi de birbirine bağlayarak salındı ve o eserlere varıp tümünü yok ettirdi. Bazılarının üzerindeki eski yazıları sildirip yerine yenilerini yazdırarak onları müzeye kaldırttı. Bu konuda Irak ve Suriye’de Türkiye’den geri kalmamakta idi. Kürtlere ait her şey elbirliği ile ortadan kaldırıldı.” [2]

Bu politikaya bilim adamları da sessizce boyun eğmiş zaman zaman onaylayıp katkıda bulunmuş ve tarihte böyle bir topluluk hiç olmamış gibi davranılmıştır. Aslında bu politikanın temelleri ve teorik olarak ilk dile getirilişi cumhuriyet dönemi öncesidir.

I. Dünya Savaşını kazansa ve iktidarda kalmaya devam etse 1923’ten sonra yapılan bir çok şeyi (buna Kürt politikası da dahil) aynen yapma ihtimali çok yüksek olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İ.T.C.) 1913 yılındaki Bâbıâli baskınından sonra iktidarı tümüyle ele geçirir. İktidarı ele geçiren grup, İ.T.C. içindeki Türkçü, merkeziyetçi ve süreç içinde Turancılığa kadar savrulacak olan ve başlarında Enver, Talat ve Cemal üçlüsünün bulunduğu askeri kanattır. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, iktidarı ele geçiren bu grup, tek uluslu bir devlet yaratma düşüncesini yavaş yavaş geliştirmeye başlamıştır bile. Öncelikle 1915’te ülkedeki Ermeniler tehcire tabi tutularak ülkeden atılır, ardından 8 Mart 1916 yılında “Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi” [3] isimli bir teşkilat kurulur. Bu teşkilat, ülkedeki Kürtler, Aleviler ve diğer tüm etnik yada kültürel gruplar hakkında araştırmalar ve incelemeler yapacak ve aslında bu grupları nasıl asimile edeceğine dair politikalarla birlikte bu asimilasyonun temellerini atacaktır. İşte bu süreçte bu komisyonun en önemli işlevlerinden bir tanesi asimilasyona teorik zemin hazırlamak için araştırmalar yapıp yayımlamak olmuştur. Örneğin Baha Said Aleviler hakkında bir araştırma yapar ve bugünde Alevilerin ve devletin çok kullandığı “asıl Türkler Alevilerdir, onlar bozulmamış Türklerdir” teorisini ilk kez ortaya atar.[4] Yine bu komisyonun yayınlarından ilginç bir kitap çıkar. Kitabın adı “Kürdler-Tarihi ve İçtimai Tetkikat-”tır. [5] Yazarı, kitabın üstündeki bilgiye göre Dr. Friç adında biridir ve kitap “Berlin Şark Akademisi” tarafından yayımlanmıştır. İlk bakışta hiçbir sorun yoktur, hatta dönemin bazı Kürt aydınları, Kürtlerle ilgili bir kitabın devlet tarafından yayımlanmasından çok memnun bile olmuşlardır. [6] Ancak kitabın giriş bölümü ve içinde yer alanlar okunduğunda, çok da memnun olunmaması gerektiği gerçeği ortaya çıkar. Çünkü kitap; Kürt diye bir milletin aslında olmadığı, zaten tarihte hiçbir ciddi rollerinin bulunmadığı hatta kendilerine ait bir dillerinin bile olmadığı gibi tezleri çok incelikli bir dille savunur. Böylelikle İ.T.C.’nin Kürtleri asimile etme politikası için teorik bir zemin hazırlanmış olacaktır. Kitapla ilgili bugün bildiğimiz bir başka gerçekse; aslında Dr. Friç diye biri de yoktur ve kitabı aslen bir emniyet görevlisi olan Habil Adem ya da asıl adıyla Naci İsmail Pelister yazmıştır. Ancak kitap ciddiye alınsın diye de bir sahtekarlık yaparak Batılı birinin ismiyle “Berlin Şark Akademisi” gibi ciddi ve dikkate değer bir kurumun ismini vererek sanki batıda yazılmış tarafsız bir kitapmış gibi kamuoyuna sunmuştur. “Başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki bilim çevrelerinde araştırdık ki, böyle bir bilim adamı ya da orientalist (şarkiyatçı, doğubilimci) yok. Sonradan öğreniyoruz ki, Dr. Friç denen kişi, gerçek adı Naci İsmail (Pelister) olan-söz yerindeyse- bin bir adlı Osmanlı Milli Emniyet görevlisi Arnavut kökenli İttihatçı bir sahtekar… Belirlenen kadarıyla, İttihad güdümlü bu tür düzmece kitaplarında şu takma isimleri kullanmış: Habil Adem (mütercim sıfatıyla), Dr.Friç, Frayliç, Prof. Cons Mol, Prof. Johns Moul, Bokkert, Prof. Vayt, Prof. Libah (Habil’in tersten okunuşu), Tebrizi Naci İsmail ve nihayet Naci İsmail. Bunlar belirleyebildiklerimiz. Kim bilir daha belirleyemediğimiz kaç isim kullanmıştır.” [7] Peki kimdir bu adam?

Naci İsmail Pelister ya da Habil Adem Kimdir (?)

Habil Adem hakkındaki bilgiler çok karmaşık ve tartışmalıdır. Bir çok takma isim kullanan ve kimliğini çoğu kez gizleyen Habil Adem hakkında çok değişik ve doğruluğunu ispatlamanın zor olduğu farklı rivayetler mevcuttur. [8]

Bilindiği kadarıyla aslen Arnavut’tur. Doğumu ve ailesi hakkında pek fazla bilgi yoktur. Babası büyük ihtimalle “alaylı” bir askerdir. Eğitimi için, kendisi; elektrik mühendisi olmak için Almanya’ya gittiğini, felsefe doktoru olarak geri döndüğünü, Almanca, İngilizce ve Fransızca bildiğini söylüyor. Eğitimini tamamlayıp İstanbul’a döner ve burada Mevlanzade Rıfat’ın “Serbesti” gazetesinde gazeteciliğe başlar. Ardında 31 Mart vakası meydana gelir ve Mevlanzade Rıfat bu olaydan sorumlu bulunanlar arsında yer alarak 10 yıl sürgün cezasına çarptırılır. Bu durumdan dolayı gazete kapanır, Habil Adem de işsiz kalır ve yabancı dil bilmesi nedeniyle Devlet Emniyet Teşkilatı’nın tercüme bölümüne alınır. [9]

Habil Adem’in bu dönemde yaşadıkları biraz karışık ve belirsizdir. Hatta bir iddiaya göre: Habil Adem’in başı bir kitap yüzünden derde girer. Buna göre “Londra Konferansındaki Mes’elelerden: Anadolu’da Türkiye Yaşayacak mı? Yaşamayacak mı?” Muharriri: Profesör Cons Mol, Mütercimi: Habil Adem, İkbal Kütüphanesi. Şeklinde bir kitap yayımlanır. “…Kitabın yayınlanması üzerine alman elçisi Talat Paşa’ya gelmiş, Almanya’da bu adla bir profesörün bulunmadığını, bu adla bir kitabın yayımlanmadığını ve Almanya’nın bu (kitaptaki) tezi benimsemediğini ve yazar (çevirmen) hakkında kovuşturmaya geçilmesini bildirmiş. Bunun üzerine Talat Paşa Habil Ademi çağırtmış, durumu ondan sormuş, Habil Adem de bu profesörün Alman olmayıp bir Macar olduğu ve bu tezini kitap halinde değil, Budapeşte’de konferans olarak verdiğini ve kendisinin bu konferansı izleyip notlar aldığını söylemiş. Talat Paşa bu yalana kanmış gibi görünmüş ve Habil Ademe Türkiye’den kaçıp gitmesini, bu suretle Osmanlı-Alman ilişkilerinde bir anlaşmazlığa meydan verilmemesini önermiş. Bunun üzerine Habil Adem İtalya’ya gitmiştir.” [10] Ancak yine bir iddiaya göre, Habil Adem burada da rahat durmaz “Habil Adem İtalya’da parasız pulsuz bir durumdadır. Para sağlama çarelerini araştırır. O tarihlerde Arnavutluk’un bağımsız bir devlet olması çabaları vardır. Almanlar ve İngilizler ayrı ayrı güvendikleri kendi adamlarını Arnavutluk’a kral yapmak istemektedirler. Ayrıca Mısır Hidivi (eyalet valisi) Abbas Halim Paşa da Arnavut kralı olma hevesindeydi. Habil Adem, Abbas Halim Paşa’nın bu isteğini bildiği için bundan faydalanmayı ve para sızdırmayı planlar. Planı özetle şöyledir:

Abbas Halim Paşa Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundandır. Arnavutluk’un son kral ailesi Kastrot ailesidir. Bu aile Fatih Sultan Mehmet’in Arnavutluk’u Osmanlı İmparatorluğu’na kattığı dönemde krallık eden ailedir. Şayet Kavalalı ailesiyle Kastrot ailesi arasında bir bağlantı kurulacak olursa bu taktirde Abbas Halim Paşa Arnavutluk tahtına tek ve gerçek mirasçı olmuş olacaktır.

Bu planı uygulayabilmek için Kastrot ailesinin soy ağacını Kavalalı’ya bağlayan bir belgeyi soyağaçlarını hazırlayan bir kilise arşivine sokmak gerekmektedir. Habil Adem bu planını Abbas Halim Paşa’ya iletiyor ve ondan gerekli masrafları sağladığı takdirde bir ceylan derisine bu soy ağacını yazdırıp, Roma’da bir Katolik kilisesi arşivine sokabileceğini bildiriyor. Abbas Halim Paşa’dan uygun cevabı ve gerekli parayı alınca Katolik kilisesi arşivine bu belgeyi (!) oranın papazıyla anlaşarak koyuyor. Daha sonra Habil Adem kilise arşivinde yaptığı bir araştırmada (!) bu belgeyi buluyor. Kamuoyuna sunuyor. Böylelikle Mısır Hidivi’nin Arnavutluk tahtının tek ve gerçek mirasçısı olduğu doğrulanmış oluyor. Bu belgenin ortaya çıkışı politika dünyasını karıştırıyor. Talat Paşa bir anlaşmazlığa meydan vermemek için Habil Adem’i yurda çağırıyor.

Abbas Halim Paşa kendini kurtarmak için Habil Adem’in bu girişimiyle bir ilişkisi olmadığını, Habil Adem’in bunu kendiliğinden yaptığını iddia ediyor ve “Derreddi Müfteriyatı Habil Adem” (Habil Adem’in iftiralarının reddi hakkında) isimli bir kitap yayınlıyor.” [11]

Bunlar ve bunun gibi Habil Adem hakkında anlatılan hikayelerin ne kadarı doğru ne kadarı abartı ya da uydurma bilinmiyor ancak Habil Adem bizzat kendi ağzından sahte isimlerle kitap yazdığını, kendisini çevirmen gibi gösterdiğini itiraf ediyor. “… Öyle ki, on sene evvel neşrettiğim muhtelif eserlerde müdafii olduğum noktayı nazarların birer birer hakikate inkılâb etmiş olduklarını görüyorum. O zamanın tehlikeli ve kararsız hükümeti karşısında, yeni kanaatlerin, yeni tarz telakkilerin neşri güç idi… Vaziyeti çok düşündüm, bir çok suret-i hal tasavvur ettim ve en nihayet kendi şahsımı ortadan çıkarmaktan başka bir çare bulamadım O zaman, kendi eserlerimi muhayyel birer Avrupa muharririne atf eyledim. Efkar-ı umûmiyenin taht-i tesirinde kaldığı bi’l-fi’l sabit olan on iki eser neşrettim. Hepsinde de ben bir mütercim vaziyetinde idim. Mütercimin efkâr (fikir) üzerinde ne tesiri olabilirdi? Hiç!.. “ [12]

Habil Adem İ.T.C.’li yıllarda önemli görevlerde yer alır ve anlaşılan Talat Paşa’nın özel adamı olarak çeşitli görevlerde bulunur. Örneğin yeni kurulan “Aşair ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umûmiyesi” içinde hemen görevlendirilmiştir. Habil Adem’in buradaki görevi aşiretler masasının Türkmenler bölümüne bakmaktır ki burada da yine Avrupalı iki bilim adamının ismiyle Türkmen aşiretleriyle ilgili bir kitap yayınlar ancak bu kitapta adını hiçbir şekilde kullanmaz. Ancak Uydurma yabancı isimler hiç de yabancı değildir. Buna göre “Türkmen Aşiretleri” adlı bu kitabı Dr. Frayliç (Dr.Friç’e ne kadar da benziyor) ve Mühendis Ravlig yazmıştır.

I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi ve ardından İttihatçıların birer birer yakalanarak Divan-ı Harpte yargılanması sürecinde Habil Adem kendisi hakkında da dava açılacağını öğrenir ve İran’a kaçar. Tahminen 1922’de tekrar İstanbul’a döner. Cumhuriyet döneminde resmi bir işe giremeyen Habil Adem daha çok yayıncılık, dergicilik gibi işler yapar. 1930’lu yıllarda Arif Oruç’un çıkarttığı “Yarın Gazetesi”nde yazılar yazdığı gibi yine Arif Oruçla birlikte bir parti kurma teşebbüsünde de bulunur. Ancak gazetenin baskılara dayanamayıp kapatılması sonucu bu macera da biter. Bu arada yine adı sayısız dolandırıcılık olayıyla ve netameli işle ilgili olarak anılır. [13] Habil Adem’in ölüm yılı hakkında da tam bir netlik yoktur. 1938-1940 yıllarında ölmüştür diyenler olduğu gibi , [14] Habil Adem’in 1948 yılında o dönemin CHP muhalifi dergilerinden olan, Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu’da yazılar yazdığını belirterek ölüm tarihinin muhtemelen bu tarihten sonra olduğunu söyleyenler de vardır ki bu düşünce daha doğru görünmektedir. [15]

Kürdler (Tarihi ve İçtimai Tetkîkat) Kitabı Hakkında

Kitap; 1918 yılında Aşair ve Muhacîrin Müdüriyet-i Umûmiyesi neşriyatının üç numaralı kitabı olarak yayımlanmıştır. Kürtlerin kökenini inceleyen bir giriş yazısından sonra kitapta: “Kürd Aşiretleri”, “İran Kürdleri”, “Bugünkü Türkiye Hududu Dahilinde Bulunan Kürt Aşiretleri”, “Musul Vilayeti Kürdleri”, “Mervan Beyleri”, “Fazluye Prensleri”, “Küçük Luristan Prensleri”, “Hısn-ı Keyf Beyleri”, “Baban Beyleri”, “Bitlis Hakimleri” gibi onlarca küçük bölümden oluşmaktadır. Ancak kitabı yazan kişinin yaklaşımını çözmek açısından giriş bölümü büyük önem taşımaktadır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kitabın yazarı Kürtlerin aslında Türk kökenli olduğunu söylerken ve asimilasyona teorik bir zemin hazırlarken çok incelikli bir dil kullanmıştır. Örneğin doğrudan Kürtler Türk’tür diye bir şey söylememiştir. Zaten bu, kitabın yayımlandığı dönem düşünüldüğünde söylenmesi ve insanlara kabul ettirilmesi çok güç olacak bir tezdir. Bu döneme baktığımızda ortalıkta, İstanbul gazetelerinde yazan, İttihat ve Terakki’nin içinde bulunan veya bir zamanlar kurucuları arasında yer almış, Kürtçe-Türkçe gazete çıkaran ve Kürt kimliği ile tanınan bir çok önemli insan vardır. Kürt varlığı bu dönemde tartışılması bile imkansız olan bir gerçektir. Bu dönemi anlamamıza yardımcı olacak en iyi örnek belki de şu olabilir: II. Meşrutiyet’ten sonra kurulan derneklerden biri olan “Türk Derneği” toplantı yeri olmadığı için toplantılarını “…Beyoğlu’ndaki sabit ikametgâha geçilinceye kadar Darülfünun, Yeni Gazete İdarehanesi ve Kürt Kulübü gibi yerlerde…” yapmıştır. [16] Yani bu dönemde yaşayan ve kendini Türkçü olarak tanımlayan biri için de Kürt kimliği meşru ve gayet normal karşılanacak ayrı bir kimlikti. Bu nedenle “Kürdler” kitabının yazarı Habil Adem gayet usturuplu bir dil tutturarak Kürt kimliğini silmeye ve Türkleştirmeye çalışmıştır.

Yazar öncelikle bazı iddialarda yer aldığı gibi Kürtlerin asla Arap, Gürcü ya da Kafkas ırkından olmadığını “kanıtlayarak” başlar işine. Ardından: “Kürdler’in bir devr-i tarihleri olmadığı için milli bir (hars-culture) ları da yoktur. Ve âdedleri zabt edilmemişdir. Yalnız Şeref Name sahibi, (Şeref han-ı Bitlisi) vardır ki bu zat Kürdler’in yegane müverrihidir.” Diyerek Kürtlerin tarihi ve kendine özgü bir kültürü asla olmayan bir millet olarak tanıtır ve devam eder. “Bu lisan, kavaidine nazaran, “Hindu-Avrupai” şubesine mensub ve eski Farsi lisanın esasıyla bu günkü ve Şah Abbas zamanındaki İran lisanı arasında kalmış gibi görünüyor. Buna binaen, tam bir millet lisanı olmaktan ziyade muhtelif tesirat altında kalmış bir lisan addolunabilir. Bilhassa şayan-ı kayıddır ki, Kürd kabileleri arasında müşterek olan kelimeler, Kürd, Pehlevi, Zend, Kadim Farsi kadim kelimeleri değildir. Belki Türk, Türk-Arab (Türkçe’deki Arab kelimeleri) yeni Farisi ve Şah Abbas devrine aid Farsi kelimelerdir.” Yani aslında tarihi, kendine özgü bir kültürü olmadığı gibi, Kürtlerin kendine özgü bir dilleri de yoktur, bu dil zaten bir millet dili değildir, İran, Arap, Türk etkisinde kalmış ve bunların karışımı olan bir dildir. [17]

“…Yalnız, Asur salnamelerinde ne Eksanafon’un (Gurdi-Gordy) ve ne de sair şark müverrihlerinin “Kürd” kelimesine tesadüf edilmiyor. Asur hükümeti böyle isimde bir millet tanımıyor… Bu cihet, “Kürd” isminin bir millet ismi olması nazariyesini çürütür ve sonra Doktor Siyc’in kaydettiği: “Şayan-ı dikkatdir ki, kahramanlığa ait şarkılarda, kahramanın ismi zikredilir ve milleti tasrih edilmez. Hiçbir şarkı yokdur ki “Kürd kelimesi bulunsun” ciheti de iddiamızı kuvvetleştirir.” Petersburg akademisi, bu babdaki tetkikatını bu suretle hülasa ediyor: “Kürd kelimesi ‘Hindu-Avrupai’ lügatinde mevcut değildir.” Her şey ne kadar açık değil mi? Zaten tarihi hiçbir belgede de Kürt diye bir isme rastlamıyoruz ve zaten yabancı bilim adamları da (muhtemelen uydurma bilim adamları) tarihte Kürt diye bir ismin var olmadığını söylüyorlar.

Kürtlerin tarihte hiçbir yeri olmayan, kendilerine ait dilleri ve özgün bir kültürleri olmayan dolayısıyla aslında Kürt diye bir şey olmadığını “ispatladıktan” sonra, yazarımız yavaş yavaş lafı getirmek istediği noktaya getirir. “Biliyoruz ki Asuriler zamanında bugünkü Kürdistan’da (Lurdehu) namında Turanlı bir hükümet var idi. Ve bittabi, bunlar da Cengiz’in kullandığı “Kürt” kelimesini isti’mal etdikleri ve Kürd aşiretleri, bu mahalle geldikleri zamanda bu kelimenin zeban-zed olduğu tasavvur olunabilir. Binaenaleyh bu tabir, (Lurdehu) beylerinin unvanıydı ve Kürdler efendilerinin yerlerini işgale başladıkları veyahut ilk geldiklerinde bu hidmet-i mühime gördükleri zaman (Kürd) ismini almışlardır. Bu, en yakın bir nazariyedir. Yeni müverrihlerin hemen hepsi de bu nazariyeyi kabul edebiliyor. Bu suretle de “isim” ile menşe arasında bir münasebet bulmak mümkün oluyor. Doktor Siyc “Kürd” kelimesinin “Lurdehu” kelimesinden müştek addediyor ki, bu da mühim bir iddiadır.” Her şey artık aydınlanmıştır. Kürt kelimesi aslında Lurdehu kelimesinden gelmiştir. Lurdehular da ilk çağlarda Anadolu’da yaşamış Turani yani Türk kökenli bir devlettir dolayısıyla da Kürtler aslında Turani kökenli olan bir halktan gelmişlerdir. Zaten yazara göre yeni tarihçilerin hapsi de bu teoriyi kabul ediyorlarmış. Görüldüğü gibi Habil Adem lafı döndürüp dolaştırdıktan sonra Kürtlerin Türk kökenli olduğunu da ortaya atıvermiştir.

İlk kez Habil Adem tarafından ortaya atılan bu görüş bu dönemde pek ciddiye alınmamış hatta yukarıda belirttiğim gibi bazı Kürt aydınları tarafından, Kürtlerle ilgili kitap çıkıyor diye olumlu bile karşılanmıştır. Ancak Habil Adem’in bu kitabının “kıymeti” 1925’ten sonra anlaşılır. Cumhuriyet döneminin ilk büyük Kürt isyanı bastırıldıktan sonra, Kürtlerin asimile edilmesi ve Türkleştirilmesi gündeme gelir ve bu uydurma kitap, bu konudaki başyapıt olarak Kürtlerin Türk olduğunu, dillerinin aslında toplama bir dil olduğunu söyleyen herkesin temel dayanağı haline gelmiştir. 1926’da çıkan ve açıkça Kürt diye bir milletin olmadığını Kürtler’in aslında Türk olduğunu söyleyen ilk kitaba baktığımızda tüm temel tezlerini buradan aldığını rahatlıkla görebiliriz. [18]

Kürt tarihi açısından önemli bir dönüm noktası sayılabilecek Habil Adem’in “Kürdler” kitabının giriş bölümünün günümüz harflerine çevrilmiş ve sadeleştirilmiş halini okuyuculara sunuyoruz.

Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi Neşriyatından: 3

KÜRDLER

Muharriri: Doktor Friç
Berlin Şark Akademisi Tarafından Neşr Edilmiştir.

Tab ve Nâşiri
Kütübhane-i Sâdi

İstanbul Bâbıâli Caddesi

1334

Matbaa-i Orhaniye

KÜRDLERİN MENŞE’İ

Kürdler’in menşei hakkında muhtelif nazariyyeler vardır. Bu nazariyyelerden bizce kabule şâyân olanları bu gün ki tarihi nazariyyelere muvâfık olan ve daha ziyade Kürdler’in canlı müesseselerinden muktebis bulunanlardır. Bu hususda bize en ziyade yardımı dokunabilecek müesseseler ise milli hurâfeler, lisan, edebiyat, dindir…

Milli Hurâfeler: Kürdler’in milli hurâfâtını ikiye taksim etmek lazımdır. Bunlardan bir kısmı İslamiyet’ten evvelki devirlere aittir. Diğer kısmı da İslamiyet’i kabul devirlerinin eseridir. Birinci kısım hakkındaki ma’lûmât, Babil ve Ninova harabe ve taşlarından iktibâs edilebilir. Fakat bu hurâfâtın halk arasında da birer şekline tesadüf etmek mümkündür. Fi-l-hakika, Şark kavimleri İslamiyet’i kabul eder etmez, Arab müverrihlerinin bir takım indî nazariyatına kurban oldular ve İslam milletlerinin hepsi de menşe’lerini İslamiyet dahilinde, Arab aileleri içinde aramak mecburiyetinde kaldılar. İranilerden başka hiçbir şarklı Müslüman millet yoktur ki, İslamiyet alakasıyla Arablığı menşe’ tanımasın! Kürdler de aynı neticeyi kabulde muztarr kaldılar. Bu sebebledir ki Kürd ihtiyarları, kendilerinin Arab nesline mensub olduklarını iddia ederler. Fakat İslamiyet nazariyyatının kabul edemeyeceği bir nakil vardır: ez- cümle Kürdler’in bir yılana taabüdd ettikleri ve gerek Arab gerek Acem muhaccimelerine mukabil bu yılanın muhafaza edildiği, Acem ve Arablar’ın istilalarını müteakibde mâbud yılanın himaye olunduğu ve buna her gün iki insan beyni verildiği hikaye ediliyor. Rusya Hariciye Nezareti şark Akademisi memurlarından “İtalinski” bu ciheti kayıt ederek diyor ki: “Kürdlerin bu hurâfeleri şayan-ı dikkatdir. Zira İslamiyet devrinde yılan mâbud olamaz. Binaenaleyh, bu macera daha eskidir ve muhacimler de Arablar değildir. Belki, Asuriler veya ‘Sümer, Akad’ lar dır. Sonra Kürdlerin Arab olduklarını gösteren esaslı bir Kürd hurâfesi yoktur. Binaenaleyh Arab menşei Kürd vicdanında o kadar kuvvetli değildir.

Zaten Arap menşei meselesini ortaya atanlar (mürevvec-üz-zeheb)) sahibi İslam müverrihlerinden Mesudi ve (bürhân-ı kati’) sahibi ebu İshak-ül Farisi gibi İslam müverrihleridir. Arab nesebi meselesinin hakkıyla ruh-i milletde yerleşememesi de bunun neticesidir. Yalnız, bazı Kürd hocaları bu fikri ara sıra tekrar ederek neşr etmişlerdir.

Kürd ahalisi arasında mevcut bir diğer kanaate göre Kürdler Nuh’un oğullarıdır. Bu nazariyye, Kurûn-ı ûlâda yaşayan her milletde vardır. Türkler, İraniler, Yunaniler, Palajlar, Arablar, Museviler, Kürdler, Çerkesler hap bu nazariyyeyi serd ediyorlar. Yalnız, Yunaniler arasında isimlerde ihtilaf vardır. Fakat tedkikat-i âhireden anlaşılmıştır ki, tufan-i Nuh bir mebde-i tarih olarak kabul olunmuş bir nazariyedir. Kurûn-ı ûlâ ve belki de kabl-et-târih medeniyetleri, bu nazariyyeyi kabul ederek etrafa yaymışlardır. Zaten, bu nazariyye beynelmileldir. Milli kıymete haiz değildir. Binaenaleyh Kürdlerin milli bir an’anesi olamaz

Bazı Kürd masallarından istihrâç edilmiş bir hurâfe daha vardır. Kürdler, cenûb cihetlerinden, ovalardan bu dağlık araziye gelmişler ve buradaki yaylarda yerleşmişlerdir. Esasen ova halkı olan Kürdler, bu tazyik üzerine dağlı olmuş, fakat hayatlarını mevsimlerin tehâlüfüne göre tanzim etmişlerdir. Kembriç Darülfünun muallimlerinden Asur yazısı mütehassısı doktor (Sayc) bu nokta-i nazarı Asur taş levhaları mündericâtıyla mukayese ediyor. Ve âtideki neticeyi çıkarıyor: Bu hurâfe Kürdlerin bir takım esirler olduğunu gösterir. Asuriler bunları İran’ın merkezi cihetlerinden Kürdistan dağlarına sevk etmişlerdir. Zira Asur hükümeti zamanında bu gün ki Kürdistan’da (Luhurdu- ya da Lohurdu) namıyla bir hükümet-i Turaniye var idi. Asur salnameleri bu hükümetin pek kuvvetli olduğunu ve Asur hükümetini tazyik ettiğini kayıt ederler. Buna binaen, Romalıların, Sırpları Balkanlara getirdikleri gibi Asuriler de Kürdleri bu kıtaya sevk etmişler ve bu suretle de istila ettikleri (Luhurdu) hükümetini munkarız etmeğe muvaffak olmuşlardır.

Fakat, bu kanaat Kürd ahalisi arasında mevcut değildir. Binaenaleyh bu da milli bir kıymeti haiz olamaz.

“Kürd” kelimesiyle “Gürci” kelimeleri arasında münasebet-i lafziye meselesi de vârid olabilir ve bu halde Kürdlerin Kafkas aileleri ile münasebetleri de düşünülebilir. Fakat bu babda hiçbir kayıt yoktur. Bil netice bu hurâfe de meçhuldür ve aynı zamanda Kürd maâşir-i vicdanında yaşayan bir şey değildir.

Milli Kürd masallarında başka hurâfeler de vardır. Fakat şâyan-i dikkattir ki, bu hurâfeler uzak bir maziye ait bir şey nakil etmezler. Milli hayat kısmında mufassalan gösterileceği üzere, bütün bu masallar mahdud bir daire dahiline inhisar etmektedir. Sonra bu masallar içinde muazzam bir hükümet hayatı, zafer gururu, müstakil milletlere mahsus büyük fikirler, hukûki, ahlâki, bedii hususiyetler bulunamaz. Mevzular, münferid bir kabile hayatına aitdir. Ya büyük Şark milletlerinden birinin istila devrine ait münferid bir macera veya bir şahsın sergüzeştidir. Bu masallar, Kürdlerin şahsiyetleri hakkında iyi bir fikir verebilir. Fakat menşeleri hakkında hiçbir kati netice gösteremez. Sonra, bu masallar da Arab nesebi veya sair bir diğer millet nesebi mevcut değildir. Kürd, kendisini Kürd biliyor, kabilelerin şarkıları, çalgıları, hayatlar ve düşünceleri de Kürdlük kanaatine göredir.

Bu neticeden anlaşılıyor ki, Kürdlerin böyle bir tarihi mebde’leri yoktur. Yalnız şu ciheti kayıt edelim ki, biz İslamiyet’den evvel ki devri murad ediyoruz ve tarihi mebde’ de o zamanlara ait olursa, bir kıymeti haiz olabilir. Kürdler İslamiyet’i kabul ettikleri zaman bazı tarihi devirler geçirmişlerdir. Fakat zikredileceği üzere, bu devirlerin bir kıymet-i müstakilesi yoktur ve Kürdler’de müstakil bir vicdan teşkil edememişlerdir.

Din: Kürdler, ekseriyetle İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Fakat İslamiyet’i kabul etmeyen Kürdler de vardır. Bunlar gayet az ve daha ibtidâî bir hayat yaşayan bir takım kabilelerdir. Bunlar İran’daki Mecusilere benzerler. Nasıl ki eski İran medeniyetinin hakiki varisleri olan bu Mecusi İranileri, bugünkü Acem “enmûzec-Type” i ad edemiyorsak, bu Mecusi Kürdleri de asıl Kürd enmûzeci kabul edemeyiz. Bunların ikinci derecede bir ehemmiyetleri vardır ve be-heme-hâl temsil etmek, ekseriyetin vicdan-ı ictimiyâiyyesı dahiline girmek mecburiyetindedirler.

İslamiyet, Kürdler arasında şekl-i aslisini muhafaza edememiş ve milli adetlerden pek çok müteessir olmuştur. İslam Kürdlerde, bu gün iki mühim şube vardır.

1. Sünni Kürdler
2. Şii’ Kürdler

Bu iki büyük şube Türkiye, Kafkasya ve İran Kürdleri arasında müteaddid aşiretlere maliktir. Fakat ekseriyet üzere, Sünniler Türkiye dahilindedir. Bunlar da bir takım tarikatlara münkısımdır. Bilhassa, Kadiri ve Rufai gibi daha fazla salâbet-i dîniyyeyi icab ettiren tarikatlar pek müteammimdir. Aşiretler arasında Yezidilik, Kızılbaşlık ve eski “Mazdeizm” nazariyyatına müstenid bir takım tarikatlar görülmüştür. Fakat Sünni mezahib aşiretler daha çoktur. Kürd milli vicdanı İslamiyet’i aynıyla değil, kendi zevkine uygun bir tebdil ile kabul etmişdir.

Binaenaleyh Kürdler İslamiyet’e milli bir kıymet vermişler ve İslamiyet’in kıymetini kendi adetleri dahilinde takdir etmişlerdir. Kürdlerin İslamiyet’e bu hususiyeti nasıl verebildikleri garip bir keyfiyettir. Çünkü İslam milletleri içinde Arab tesiratından kurtulan İranilerden başka bir millet yok gibidir. Şiilik, Arab medeniyeti önüne İran medeniyetini ikame etdi. İran’ın mazisi buna müsâid idi. Fakat Kürdler, bu kuvveti nereden alabiliyorlar? “Malkolm” bunu şu suretle izah ediyor: Kürdler, Şiilerle Sünnilerin muharebe sahalarında yaşıyorlar ve galiblerin tesiratına tâbi olarak, muhtelif cereyanlara sürükleniyorlardı. Bu sebeble İslamiyet’den evvelde, münferid aşiretler halinde yaşayan Kürdler, muhtelif hükümetlerin; İranilerin, Romalıların, Türklerin, Bizanslıların idareleri altında müteferrik bir halde kalmışlardı. Binaenaleyh Kürd milleti, müteferrik ve her aşiret, bir hususiyeti haiz idi. Bunun içindir ki İslamiyet’in tarzı aynı şekilde değildir. Çünkü aşiret hayatında an’aneler pek kuvvetlidir. Bu hayat, din gibi âlem-şümûl nazariyyat ile ülfet edemez. Sonra, daire-i hayatda mahduddur. Hareketlerinin hiçbir kayda, murakabeye tabi olmaması da aşiret halkına yüksek lâ-yüs’sel bir serbesti verir. Bu halk, istediği şekilde hareket eder. İstediğini yapar, istediğini reddeder. Küçük ve sahipsiz hududu dahilinde bir vâzı-ı kanûn gibidir. Kürdlerin milli an’aneleriyle İslamiyet’i mezc edebilmelerinin sebebi budur. Burada mühim bir noktayı işaret edelim: İslamiyet hüsn-i rıza ile kabul edilmemişdi. Kürdlerin geşt ü güzâr etdikleri mahallerde İslamiyet intişar ediyordu: Bittabi, bir Arab istilası tazyiki var idi. Bu tazyik, Kürd aşiretlerine de tesir ediyordu. İşte bu mecburiyet, İslamiyet’in kabulünü icab eddirdi. Fakat her aşiret münferid ve hulûli mümkün olmayan bir alem idi. Bunlar istedikleri şekilde bir İslamiyet tesis etdiler ve bilahare şark, İslam muharebelerinde müteessir oldular.

Bir aralık bütün Kürdler Şiiliği kabul etmişlerdi. Fi-l-hakika Şiilik de ecnebi bir müessese idi. Fakat Şiilik altında aşiret adetleri ibka edilebiliyordu. İslamiyet kendi prensipleri dahilinde münakaşa ediliyor ve bu suretle dinin esası baki kalıyordu. Yalnız din ile beraber getirilen adetler:- Arab kanunu, Arab hissiyatı- reddediliyordu. Kürdler bu mücadelede kazanıyorlardı ve bugün de Kürd aşiretleri bu sayede kurtulabilmişlerdir. Buna binaen, İslamiyet Kürd hurâfâtına esaslı bir tesir icra edememişdir. Ve tıpkı İran hurâfâtı gibi, Kürd hurâfâtı da istiklalilini muhafaza edebilmiştir.

Yalnız Türkiye’deki Kürdler arasından, bir şehirli sınıfı teşekkül etmeye başlamışdır. İran ve Kafkas Kürdleri, böyle bir şehir hayatına girmemişlerdir.

Şeref Han’ın İddiası: Kürdler’in bir devr-i tarihleri olmadığı için milli bir (hars-culture) ları da yoktur. Ve adedleri zabt edilmemişdir. Yalnız Şerefname sahibi, (Şeref han-ı Bitlisi) vardır ki bu zat Kürdler’in yegane müverrihidir. Fakat bu zat tarihinde, İran tesîrat-ı târihiyesinden kurtulamamış ve daima İran müverrihlerinin nazariyyatına istinâd ederek Kürdlerin İran ahalisinden olduğunu iddia eylemiştir. Mûmâ-ileyhün iddiasına göre Kürdler (Yehu Desb) –Dehak ismiyle meşhurdu– zamanında hicret ederek, Kürdistan dağlarına çıkmışlardır. Sebeb-i hicret olmak üzere de hükümdar Yehu Desb’in zulmünü gösteriyor. Bu hükümdar, her gün iki insan beyni yiyormuş, fakat aşçıları vatandaşlarını öldürmek istemediklerinden, insan beyinleri yerine kuzu beyni vermeye başlamışlar ve kurbanlık insanlar da, birer birer Kürdistan dağlarına firar etmişler ve orada Kürd neslini tesis eylemişlerdir.

Bu nakil, İran tarihine aid bir fasıldır. Firdevsi’nin Şehname’sinde de aynı şekle tesâdüf ediliyor. Kürdler bu hükümdarın halli zamanına tes’îd ediyorlar. Her sene Ağustos’un on birinci günü, (Demavend) şehrinde bir merasim yapılıyor ve buna

“İd-i Kürdi” veya “mürevvec-üz-zeheb” sahibi (Mesudi) nin kavline göre de “el mihr-i cân” bayramı ismi veriliyor.

Burada İranlılar ile Kürdler arasında bir münasebet izleri görülüyor. Bu münasebetin hali için muhtelif nazariyyeler serd edilmişdir. İngilizce “İran Tarihi” muharriri (Sir J. Malcolm) bu rivayetin âdi bir istibdad timsali olduğunu ve Kürdler’in İranlılardan aldıklarını iddia ediyor. Halbuki Alman müverrihlerinden (Hammer) diyor ki “Bu , Kürd nesli hakkında yegane tarihi bir fıkradır. Fakat bu fıkrayı şu suretle halletmelidir. Yezidilik ile Şemsilik İran dinlerinden idi. Bunlardan şemsilik İran’da, asıl Yezidilik de Kürdistan’da intişâr etmşdi. Halbuki Yezidi Kürdleri İran’dan geldiklerini görüyoruz. O halde, şu nazariyye tezahür ediyor. İran’da (Ehrimen)e ibadet eden bir kısım halk, (Hürmüz)e ibadet edenlerin yanından ayrılmaya mecbur olmuş ve bir müstemleke halinde Kürd dağlarına gelmişlerdir.”

Fakat diğer müverrihlerin tedkîkatı Dehak meselesini kâbil-i münâkaşa bir şekle koyuyor. Kürdler, Dehak zamanında hicret ettiklerini kabul ediyorlar. Dehak’ın ise İranlı olduğu kanaati hemen yok gibidir. Eski müverrihler bu hükümdarı Suriyeli, Arab, Keldani addediyorlar. Yeni müverrihler ise bu hükümdarın Asur hükümdarlarından biri olduğunu kabul ediyor. Zaten Firdevsi’nin, zaman-ı hükümetini bin sene göstermesinden anlaşılıyor ki, Dehak bir hükümdar değil, bir aile idi ve bin sene kadar İran’ı istilası altında bulundurmuştur. Bu devirde bazı İran kabilelerinin şimal tarafından iskan edildiği vârid olabilir. Zira şimalde de bir hükümet var idi. Ve bu hükümet Asurileri taciz ediyordu. Şerefname hibir zaman Kürdler’in müttehid bir idare teşkil edemediklerini kabul ediyor. Bu neticeden de şu istihrâc edilir: Kürdler muhtelif zamanlarda muhtelif aşiretler halinde Kürdistan dahiline sevk edilmişler ve daima da bu halde kalmışlardır. Bu ciheti, (Şerafeddin-i Bitlisi) bila-itiraz kabul etmektedir.

Lisan ve Edebiyat: Lisanlarına nazaran, Kürdler’in “Ari” ırkına mensub oldukları anlaşılıyor. Fakat bu lisanın şekli meselesi de tamamıyla halledilememişdir. Zira, bu gün Islavca söyleyen eski Türk Bulgarlar, Romence söyleyen eski Palajlar, Almanca söyleyen eski Rusyalılar, İngilizce söyleyen eski Normanlar, Arapça söyleyen eski Berberiler, Mısırlılar ve kadim Asuriler vardır. Küçük ve mazileri mübhem milletler için lisanın bir ehemmiyeti kalmamıştır. Petersburg akademisi tarafından neşr edilen “Kürdçe-Rusça-Almanca Lügat” kitabında “8307” kelime vardır ki bu kelimeler âtideki kısımlara tefrik edilir.

Lisan:

Aded- Kelimât
Pehlevi (eski) 370
Zend 1240
Türk(eski Türkmen) 3080
Ermeni 220
Arab (Yeni lisandan) 2000
Farisi (Yeni edebiyattan) 1030
Asıl Kürd 300
Çerkes (eski) 60
Kürdçe (eski lisandan) 20
Keldani 108

Bu listede en büyük yekunu iki lisan teşkil ediyor:
Türk şubesi: 3080 kelime
İran şubesi: 370+1240+1030 = 2640 kelime

Arab şubesi de mühim gibi görünüyor. Fakat hakikatde öyle değildir. Zira buradaki Arab kelimeleri dini ıstılahat ve bir takım ilmi kelimelerdir ki Türk aşiretleri arasında müsta’mil değildir. Sonra, melul, melus, mülhem, tahammül, tahvil, işgâl, iğfâl, vesaire şeklinde olan Arab kelimeleri, Arab lisanıyla alakasını kesmiş, Türk lisanına girmiştir. Zira bunların manâlarında ve suret-i isti’mâllerinde pek ziyade tehâlüf vardır. Ve bu kelimeleri, Türk lisanını tahsil eden Kürdler söylemektedir. Binaenaleyh bu gibi Arab kelimelerini de Türk şubesine ithal etmek lazımdır ki bu suretle Türk şubesi pek yüksek bir yekûna bâliğ olur.

Lakin, Kürd lisanının kavaidi Aridir. Ve bu kavaid, doğrudan doğruya Farsi lisanın bir şubesidir. Binaenaleyh Kürd lisanı ile kelimeleri arasında bir nisbet bulmak güçdür. Bilhassa Kürd hayatını teşkil eden yayla ve dağ kelimelerinin kısm-i âzamı da Türkçe’dir. Ve aslen Kürdçe olan “300” kelimeden “107” kadar kelime de dağ hayatına ait tâbirat için kullanılır. Fakat bu cihed bütün Kürdler arasında müttehid değildir. (Kelhur) ailesiyle (Kırmanç) ailelerinden dağ kelimeleri Çerkes lisanından ve Tatarca ile mahlût bir lisandan me’huzdur. Sonra, lisanın cümle şekli müttehid gibidir. Tabi bir milletin lisanını da bu “Cümle Şekli” ifade eder. Bu lisan, kavaidine nazaran, “Hindu-Avrupai” şubesine mensub ve eski Farsi lisanın esasıyla bu günkü ve Şah Abbas zamanındaki İran lisanı arasında kalmış gibi görünüyor. Buna binaen, tam bir millet lisanı olmaktan ziyade muhtelif tesîrat altında kalmış bir lisan addolunabilir. Bilhassa şâyan-ı kayıddır ki, Kürd kabileleri arasında müşterek olan kelimeler, Kürd, Pehlevi, Zend, Kadim Farsi, kadim kelimeleri değildir. Belki Türk, Türk-Arab (Türkçedeki Arab kelimeleri) yeni Farisi ve Şah Abbas devrine aid Farsi kelimelerdir.

Bununla beraber lisanın fiillerinde de bir ayrılık vardır. Yalnız yeni Farsi şekli bir intizam tahtında devam ediyor. Asıl Kürdçe fiiller münferid ve tasdiksiz bir takım kelimelerdir ki “fiil”den ziyade “isim” addolunabilir. Bu suretle, lisanın şekli gaib olmuş ve istilaların tesiratı altında da yeni bir lisan halitası hasıl olmuşdur. Profesör Weber diyor ki: “ Kürd lisanı, bir lisan halitası da değildir. Belki bir kelime halitasıdır.” Bittabi, bu dereceye kadar inhilal eden bir lisanın tekrar ihyası mümkün değildir. Binaenaleyh eski Kürd lisanı hiçbir suretle hal ve tasnif edilemez. Görülüyor ki lisan, Kürdler’in menşeleri hakkında kati hiçbir netice vermiyor. Sarf ve nahv esasının “Hindu-Avrupai” şubesine aid gibi görünmesiyle milletin menşe’ini tayin etmek doğru olmaz. Böyle bir nisbet için, fiillerden başka bir âmil doğru değildir. Kembriç Darülfünun tarih-i kadîm muallimlerinden (Siyc) Kürdler’de bir edebiyatın mevcut olduğunu söylüyor:

Bu edebiyat pek iptidai bir halde olmayıb bir takım şiirler, şarkılar, mâd-i lezaize, aşka ve bir sergerdenin bir eşkıyanın kızlara muhabbetine, (Kurre-i Fâtıma) [19] ya ve dağlara aiddir ki bunlar, Kürdlerin hayatından birer parça addedilebilir. Bu kısımdan olarak daha bir takım şiirler vârid ki, bunlar milli Kürd hayatına ait olmayıb Arab, Türk, Farsi lisanını tahsil ederek Osmanlı, İran, Arab edebiyatlarının taht-ı tesîrinde kalan şehirleşmiş bazı Kürd mellaların eserleridir. Masallar da, Kürd malı değildir. Bunlar bin bir gece hikayelerindeki eski şark medeniyetinin birer ibtidai şeklidir. Ve on bin sene evvel başlamış bir devre ait hikayelerdir ki, bu masallar, gerek Türklerde, Arablarda, Acemlerde, gerek Asuriler ve gerek Tatarlarda aynı şekilde menkuldür. Hatta Çerkesler, Gürciler ve Kafkasya’nın sâir kavimleriyle Ermeniler bile bu masalları nakil ederler. Bunlar, beynelmilel Asya masalları adedine dahildir.

Asıl mühim nokta şarkılardır. Bunlar, eski bir devirden kalma olmadıkları için eski ve kabl-üs-selam Kürt hayatından bahsetmezler. Bunların çoğu Türklerin istilasından sonraki devirlere ait olub hayat-ı umumiyesine nazaran 350-400 seneyi tecavüz etmezler. Mevzular her yerde aynı ibtidâîliktedir fakat, (Lur) ve (Kuran) kabileleri arasında bir mevzu münasebeti nazar-ı dikkati celb etmektedir. Şive ve bilhassa tâbirler, teşbihler, duygular arasında pek bariz farklar vardır. Bu farkları, âtideki dört büyük şubede görüyoruz.

1. Kurmanc = Kurmac
2. Lur = Lor
3. Kelhur- Gelhur = Lek
4. Kuran

Binaenaleyh Kürd milli edebiyatında menşe’ meselesini halle yarayabilecek bir mahiyeti görülmüyor.

Kürd Kelimesi: Yeni usûl tarih, millet ismine de bir ehemmiyet-i mahsûsa atfeder. Binaenaleyh, isme nazaran da Kürdlerin menşe’ini taharri edelim.:

Bu isim hakkında uzun mütalaalar vardır. Fakat kelimenin seyrini tahlil ederken, ilk safhada Yunan müverrihlerden (Estrabon)-Strabon- ile (Eksanafon)-Ksenefonu- görürüz. Bunlar yalnız şimali Kürdistan’dan bahs ederler ve ahâliye (Kalu–K(G)iyd) ismini verirler. (Eksenefon), İran’a giden “On Binler” ordusundan esir olarak avdet edenlerden nakil ile diyor ki: “ Bunlar kendilerine (Gurdi-Gordy) ismini veriyorlar ve beynel halkda bu isim câridir.” Eksanafon’dan sonraki müverrihler de aynı ismi az bir tehâlifle kullanmışlardır. Yalnız, Asur salnamelerinde ne Eksanafon’un (Gurdi-Gordy) ve ne de sair şark müverrihlerinin “Kürd” kelimesine tesadüf edilmiyor. Asur hükümeti böyle isimde bir millet tanımıyor. Halbuki bu gün “Türkiye Kürdistan’ı” namıyla yad edilen bu mahalle ait pek çok muharebeler, mesalihalar ve muahedeler zikrediliyor. Bütün bunlar Hititler gibi Turan’ül asl bir millete atfediliyor. Ahiren, Asur taş salnamelerinden istihrac edilen bu malûmatdan sonra, Eksanafon’un kaydı ehemmiyetsiz kalmıştır. Ve bilhassa Asuri hükümdarı, (Dehak, Dehhak) zamanında bu kıtaya getirildikleri rivayet edilen bu insanlar hakkında bir kaydın bulunması lazımdır. Tabi, Asuriler bunlardan bahsetmişlerdir, fakat başka bir isim tahtında olarak bahs etmişlerdir.

Bu cihet, “Kürd” isminin bir millet ismi olması nazariyyesini çürütür ve sonra Doktor Siyc’in kaydettiği: “Şayan-ı dikkatdir ki, kahramanlığa ait şarkılarda, kahramanın ismi zikredilir ve milleti tasrih edilmez. Hiçbir şarkı yokdur ki “Kürd kelimesi bulunsun” ciheti de iddiamızı kuvvetleştirir.” Petersburg akademisi, bu babdaki tedkîkatını bu suretle hülasa ediyor: “Kürd kelimesi ‘Hindu-Avrupai’ lügatinde mevcut değildir. Cengiz, garb cihetinde bir kabilenin himayesini kabul eylediği zaman, bu memleketde bir (Kürt) tayin ederdi. Bu kaydı İran tabirlerinde görebiliriz.

Aynı zamanda, Çin’de bu usûlün tatbik edildiği mukayyiddir. Ve (Kürt) müstakil veya himayeli (Bey) manasıdır. Fakat “Kürd” kelimesi (Kürt) müdür . Bu hayli müşkül bir meseledir.

Filhakika, “t” ile “d” aynı sedâdadır. Fakat her lisan arasında böyle bir harfle ittihad edilebilecek binlerce kelime vardır ki, bunlar tamamıyla ayrı lisanlar ve kelimelerdir. Bu mesele kelimenin müşabeheti ile değil, tarihi ile halledilebilecekdir.

Biliyoruz ki Asuriler zamanında bugünkü Kürdistan’da (Lurdehu) namında Turanlı bir hükümet var idi. Ve bittabi, bunlar da Cengiz’in kullandığı “Kürt” kelimesini isti’mal etdikleri ve Kürd aşiretleri, bu mahalle geldikleri zamanda bu kelimenin zeban-zed olduğu tasavvur olunabilir. Binaenaleyh bu tabir, (Lurdehu) beylerinin unvanıydı ve Kürdler efendilerinin yerlerini işgale başladıkları veyahud ilk geldiklerinde bu hidmet-i mühime gördükleri zaman (Kürd) ismini almışlardır. Bu, en yakın bir nazariyyedir. Yeni müverrihlerin hemen hepsi de bu nazariyyeyi kabul edebiliyor. Bu suretle de “isim” ile menşe’ arasında bir münasebet bulmak mümkün oluyor. Doktor Siyc “Kürd” kelimesinin “Lurdehu” kelimesinden müştekk addediyor ki, bu da mühim bir iddiadır.

Kürdün Mazisi: İlmin son bir usûl-i tedkîki kalıyor, Kürt tarihinin krokisi nedir?

Kürdlerden ilk bahseden (Eksenafon) diyor ki: “Bu millet müstakil olub on binler istilasında da sarp ve geçilmez bir halde bulunan dağlara çıktılar. Buralardan büyük taşlar yuvarlayarak muhacimlere karşı müdafaada bulunuyorlardı”. Şerefname, bu noktalardan bahsetmez. Eksenefon, bu ahalinin işgal ettiği sahayı pek vâsi’ göstermez. Fakat, Şerefname bunları Basra körfezinden Marguş ve Malatya’nın şarkına, Acemistan dağları hizasına kadar imtidad eden vâsi’ bir saha-i arazide gösteriyor. Bu gün de aynı sahaya dağılmış Kürd kabileleri görüyoruz. Halbuki bu sahada eskiden Asur, Midyat, Sümer, Akad, Hitit ve Lurdehu hükümetleri var idi. Hiç şüphesiz, Kürdleri bu beş hükümetin ahfâdı addedemeyiz. Zira, hemen hemen bütün teşkilatları mâlum olan bu hükümetler ile Kürdler arasında hiçbir münasebet yoktur. Bu meselenin âtideki iki nazariyye ile halli mümkün olabilir.

1. D(Z)ehak ; Midya, Sümer, Akad, Asur, Hitit, Lurdehu hükümetlerini istila etmiş ve buralara İran garbından bir takım halk getirilmişti. Bunlar, hükümetin her tarafında geşt ü güzar ederek etrafa dağıldılar.
2. Asur hükümetinin inkırâzından sonra bunun vâsi’ arazisi dahilinde bir inhilal-i umûmi başlamıştı ve müteferrik aşiretler buralara geliyorlardı. Türklerin ve Türkmenlerin de kısmen bu zamanda geldikleri tarihen mazbutdur. Bazı melez İran aşiretlerinin de bu halde gelmeleri mümkündü.

Bu iki nazariyyenin haricinde bir şey söylenemez. Zira, eğer Kürdler bulundukları sahalarda bir hükümet teşkil eden bir millet olsalardı, nüfuslarının keşif olması icab ederdi. Halbuki pek vâsi’ olan bu sahadaki diğer milletlerin yekûnundan daha azdırlar ve daima başka başka devletlerin himayeleri altında yaşadıklarına dair malûmat-i tarihiye de vardır. “Eksenafon” bunların daima yek diğerleriyle hal-i harbde olduklarını zikir ediyor. Edvar-ı ibtidâîyye tarihi bu halde kalıyor. Sonra, Kurûn-i vasatinin nısf-i ahirine ait vakay-i tarihiye başlıyor ki Şerefname’de bu kısımdan bahsediliyor. Şerefneme’de pek doğru zikredildiği gibi, bütün Kürdleri, cemi bir beylik teşkil etmemiştir. Kürdler müteferrik parçalar halinde ve muhtelif zamanlarda birer müstakil beylik tesis etmişlerdir. Aslen Kürd hanedanından olan Bitlisi – Şerefname müellifi (Şeref Han)-, milletin bütün hayatına ve hurâfatına vâkıf idi. Mümainileyh Kürdlerin dağınık bulundukları mahalde bir hükümet tesis edilmediğini kayıd ediyor. Ve söylediğimiz gibi “Bunlar da İranidir” diyor. Fakat, asırlarca temâdi eden hayatlarından hiçbir şey bilinmiyor. Kaydettiği vaka-i tarihiye ise bugünkü Kürdistan’da teşkil etmiş bir milletin hayatına aitdir. Bu zabıtnamelerden menşe’ ait hiçbir netice istihsal olunmaz.

Kürdlerin mazide mühim bir rol oynamadıklarını izhar eden diğer bir cihet daha vardır. Biliyoruz ki asya tarihinin büyük bir kısmı masal şeklinde tedvin edilmiştir. Bu netice büyük hükümetlerin bütün bütün Asya’yı bir müddet-i muînede taht-i idarelerine almalarından neşet etmiştir. Bu mu’tâd idare müşterek bir takım efsaneler tevlîd ediyordu. Bu efsanelerde bütün Asya milletlerine mensub şahsiyetlerden bahs ediliyor. Halbuki bunlarda Kürd şahsiyetini ve Kürdler’in ahlak ve tabiatlarını tasvir eden bir timsal yokdur. Müverrih “Malkolm” bu mesele ile pek ziyade iştigal etmiş ve bu efsanelerde “Kürt Şahsiyeti” aramış idi. Neticede diyor ki: Efsanelerde Kürdlüğe dair hiçbir kayıt yoktur.

Metnin Sadeleştirilmiş Hali

KÜRDLERİN KÖKENİ

Kürdler’in kökeni hakkında çeşitli teoriler vardır. Bu teorilerden bizce kabule değer olanları; bu günkü tarihi teorilere uygun olan ve daha çok Kürdler’in canlı kurumlarından aktarılmış bulunanlardır. Bu hususta bize en çok yardımı dokunabilecek kurumlar ise milli hikayeler, dil, edebiyat, dindir…

Milli Hikayeler: Kürdler’in milli hikayelerini ikiye ayırmak lazımdır. Bunlardan bir kısmı İslamiyet’ten önceki devirlere aittir. Diğer kısmı da İslamiyet’i kabul devirlerinin eseridir. Birinci kısım hakkındaki bilgi, Babil ve Ninova harabe ve taşlarından alınabilir. Fakat bu hikayelerin halk arasında da birer şekline rastlamak mümkündür. Gerçekten, doğu kavimleri İslamiyet’i kabul eder etmez, Arap tarihçilerinin bir takım kendince teorilerine kurban oldular ve İslam milletlerinin hepsi de kökenlerini İslamiyet dahilinde, Arap aileleri içinde aramak mecburiyetinde kaldılar. İranlılardan başka hiçbir doğulu Müslüman millet yoktur ki, İslamiyet’le ilgisi nedeniyle, Arap kökenli olduğunu söylemesin! Kürdler de aynı sonucu kabule mecbur kaldılar. Bu sebepledir ki Kürd ihtiyarları, kendilerinin Arap nesline mensup olduklarını iddia ederler. Fakat İslami teorinin kabul edemeyeceği bir aktarım vardır: Özellikle Kürdler’in bir yılana taptıkları (kulluk ettikleri) ve gerek Arap gerek Acem saldırılarına karşı bu yılanın muhafaza edildiği, Acem ve Arapların istilalarının ardından, tapınılan yılanın himaye olunduğu ve buna her gün iki insan beyni verildiği hikaye ediliyor. Rusya Dışişleri Bakanlığı Şark Akademisi memurlarından “İtalinski” bu ciheti kayıt ederek diyor ki: “Kürdlerin bu hikayeleri dikkate değerdir. Zira İslamiyet devrinde yılana tapınılamaz. Bundan dolayı, bu macera daha eskidir ve saldıranlar de Araplar değildir. Belki, Asuriler veya ‘Sümer, Akat’ lar dır. Sonra Kürdlerin Arap olduklarını gösteren esaslı bir Kürd hikayesi yoktur. Bununla birlikte Arap kökenliliği iddiası Kürd vicdanında o kadar kuvvetli değildir.

Zaten Arap kökenli olma meselesini ortaya atanlar, altın değerinde fikirlerin sahibi, İslam tarihçilerinden Mesudi ve doğruluğu kesin ispatlanmış fikirleri olan Ebu İshak-ül Farisi gibi İslam tarihçileridir. Arap soyu meselesinin hakkıyla milletin ruhuna yerleşememesi de bunun neticesidir. Yalnız, bazı Kürd hocaları bu fikri ara sıra tekrar ederek yazmışlardır.

Kürd ahalisi arasında mevcut bir diğer görüşe göre Kürdler Nuh’un oğullarıdır. Bu teori, çok eski çağlardan beri yaşayan her millette vardır. Türkler, İranlılar, Yunanlılar, Palajlar, Araplar, Museviler, Kürdler, Çerkesler hep bu teoriyi söylüyorlar. Yalnız, Yunanlılar arasında isimlerde anlaşmazlık vardır. Fakat sonradan yapılan araştırmalarda anlaşılmıştır ki, Nuh tufanı tarihin başlangıcı olarak kabul olunmuş bir teoridir. İlkçağ ve belki de tarihöncesi medeniyetleri, bu teoriyi kabul ederek etrafa yaymışlardır. Zaten, bu teori uluslararasıdır. Milli kıymeti olan bir şey değildir. Bundan dolayı Kürdlerin milli bir geleneği olamaz

Bazı Kürd masallarından çıkarılmış bir hikaye daha vardır. Kürdler, güney cihetlerinden, ovalardan, bu dağlık araziye gelmişler ve buradaki yaylalarda yerleşmişlerdir. Esasen ova halkı olan Kürdler, bu baskı üzerine dağlı olmuş, fakat hayatlarını mevsimlerin zıtlığına göre düzenlemişlerdir. Kembriç Darülfünun hocalarından Asur yazısı uzmanı doktor (Sayc), göz önünde bulundurulması gereken bu noktayı, Asur taş levhalarının içindekilerle karşılaştırıyor. Ve ilerdeki sonucu çıkarıyor: “Bu hikaye Kürdler’in bir takım esirler olduğunu gösterir. Asurlular bunları İran’ın merkezi cihetlerinden Kürdistan dağlarına sevk etmişlerdir. Zira Asur hükümeti zamanında bu gün ki Kürdistan’da (Luhurdu) namıyla Turani bir hükümet vardı. Asur salnameleri bu hükümetin pek kuvvetli olduğunu ve Asur hükümetini baskı altında tuttuğunu kayıt ederler. Bundan dolayı, Romalıların, Sırpları Balkanlara getirdikleri gibi Asuriler de Kürdleri bu kıtaya sevk etmişler ve bu suretle de istila ettikleri (Luhurdu) hükümetine son vermeyi başarmışlardır.”

Fakat bu görüş Kürd ahalisi arasında mevcut değildir. Bundan dolayı, bunun da milli bir kıymeti olamaz.

“Kürd” kelimesiyle “Gürci” kelimeleri arasında söyleniş ilişkisi meselesi de gelebilir ve bu halde Kürdlerin Kafkas aileleri ile ilişkilendirilmesi de düşünülebilir. Fakat bu konuda hiçbir kayıt yoktur. Sonuç olarak bu hurafe de meçhuldür ve aynı zamanda Kürd topluluğunun vicdanında yaşayan bir şey değildir.

Milli Kürd masallarında başka hikayeler de vardır. Fakat dikkate değerdir ki, bu hikayeler uzak bir geçmişe ait bir şey nakil etmezler. Milli hayat kısmında ayrıntılı olarak gösterileceği üzere, bütün bu masallar sınırlı bir daire içinde sabit kalmaktadır. Sonra bu masallar içinde muazzam bir hükümet hayatı, zafer gururu, bağımsız milletlere özgü büyük fikirler, hukuki, ahlaki, güzel özellikler bulunamaz. Mevzular, kendi başına bir kabile hayatına aittir. Ya büyük doğu milletlerinden birinin istila devrine ait kendi başına bir macera veya bir şahsın serüvenleridir. Bu masallar, Kürdlerin şahsiyetleri hakkında iyi bir fikir verebilir. Fakat kökenleri hakkında hiçbir kesin sonuç gösteremez. Sonra, bu masallarda, Arap soyu veya başka bir diğer millet soyu mevcut değildir. Kürd, kendisini Kürd biliyor, kabilelerin şarkıları, çalgıları, hayatlar ve düşünceleri de Kürdlük düşüncesine göredir.

Bu neticeden anlaşılıyor ki, Kürdlerin böyle bir tarihi başlangıçları yoktur. Yalnız şu ciheti kayıt edelim ki, biz İslamiyet’ten evvel ki devri dile getiriyoruz ve tarihi başlangıçta o zamanlara ait olursa bir önemi olabilir. Kürdler İslamiyet’i kabul ettikleri zaman bazı tarihi devirler geçirmişlerdir. Fakat zikredileceği üzere, bu devirlerin özel bir önemi yoktur ve Kürdler’de onlara özgü bir vicdan teşkil edememişlerdir.

Din: Kürdler, çoğunlukla İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Fakat İslamiyet’i kabul etmeyen Kürdler de vardır. Bunlar gayet az ve daha ilkel bir hayat yaşayan bir takım kabilelerdir. Bunlar İran’daki Mecusilere benzerler. Nasıl ki eski İran medeniyetinin hakiki varisleri olan bu Mecusi İranlıları, bugünkü Acem tipi addedemiyorsak, bu Mecusi Kürdleri de asıl Kürd tipi kabul edemeyiz. Bunların ikinci derecede bir önemleri vardır ve mutlaka temsil etmek, çoğunluğun toplumsal vicdanı içine girmek mecburiyetindedirler.

İslamiyet, Kürdler arasında asıl şeklini koruyamamış ve milli adetlerden pek çok etkilenmiştir. Müslüman Kürdler de, bu gün iki mühim şube vardır.
1. Sünni Kürdler
2. Şii’ Kürdler

Bu iki büyük şube Türkiye, Kafkasya ve İran Kürdleri arasında birçok aşiretlere sahiptir. Fakat çoğunlukla, Sünniler Türkiye dahilindedir. Bunlar da bir takım tarikatlara bölünmüşlerdir. Bilhassa, Kadiri ve Rufai gibi daha fazla din sağlamlığı gerektiren tarikatlar pek yaygındır. Aşiretler arasında Yezidilik, Kızılbaşlık ve eski “Mazdeizm” teorilerine dayanan bir takım tarikatlar görülmüştür. Fakat Sünni mezhebinden aşiretler daha çoktur. Kürd milli vicdanı İslamiyet’i aynıyla değil, kendi zevkine uygun bir değişiklik ile kabul etmiştir.

Bundan dolayı Kürdler İslamiyet’e milli bir kıymet vermişler ve İslamiyet’in kıymetini kendi âdetleri içinde takdir etmişlerdir. Kürdler’in İslamiyet’e bu özelliği nasıl verebildikleri garip bir özelliktir. Çünkü İslam milletleri içinde Arap etkisinden kurtulan İranlılardan başka bir millet yok gibidir. Şiilik, Arap medeniyeti önüne İran medeniyetini ikame etti. İran’ın geçmişi buna müsait idi. Fakat Kürdler, bu kuvveti nereden alabiliyorlar? “Malkolm” bunu şu suretle izah ediyor: Kürdler, Şiilerle Sünnilerin savaş alanlarında yaşıyorlar ve kazananların etkisine tabi olarak, muhtelif akımlara sürükleniyorlardı. Bu sebeple İslamiyet’ten evvel de, kendi başına aşiretler halinde yaşayan Kürdler, muhtelif hükümetlerin; İranlıların, Romalıların, Türklerin, Bizanslıların idareleri altında dağınık bir halde kalmışlardı. Bundan dolayı Kürd milleti, dağınık ve her aşiret, ayrı bir özelliğe sahip idi. Bunun içindir ki İslamiyet’in tarzı aynı şekilde değildir. Çünkü aşiret hayatında gelenekler pek kuvvetlidir. Bu hayat, din gibi evrensel bir teori ile kaynaşamaz. Sonra, hayat tarzları da sınırlıdır. Hareketlerinin hiçbir kayda ve gözetime tabi olmaması da aşiret halkına sorumsuzca bir serbestlik verir. Bu halk, istediği şekilde hareket eder. İstediğini yapar, istediğini reddeder. Küçük ve sahipsiz sınırları dahilinde bir kanun koyucu gibidir. Kürdlerin milli gelenekleriyle İslamiyet’i karıştırabilmelerinin sebebi budur. Burada mühim bir noktayı işaret edelim: İslamiyet iyilikle ve istenerek kabul edilmemişti. Kürdler’in gezip dolaştıkları mahallerde İslamiyet yayılıyordu: Tabiki, bir Arap istilası baskısı var idi. Bu baskı, Kürd aşiretlerine de etki ediyordu. İşte bu mecburiyet, İslamiyet’in kabulünü zorunlu kıldı. Fakat her aşiret kendi başına ve dokunulması mümkün olmayan bir alem idi. Bunlar istedikleri şekilde bir İslamiyet kurdular ve bilahare doğu, İslam savaşlarından etkilendiler.

Bir aralık bütün Kürdler Şiiliği kabul etmişlerdi. Gerçekte Şiilik de yabancı bir kurumdu. Fakat Şiilik altında aşiret adetleri korunabiliyordu. İslamiyet kendi prensipleri içinde tartışılıyor ve bu suretle dinin esası baki kalıyordu. Yalnız din ile beraber getirilen adetler:- Arap kanunu, Arap hissiyatı- reddediliyordu. Kürdler bu mücadelede kazanıyorlardı ve bugün de Kürd aşiretleri bu sayede kurtulabilmişlerdir. Bundan dolayı, İslamiyet Kürd hikayelerine esaslı bir etki yapmamıştır. Ve tıpkı İran hikayeleri gibi, Kürd hikayeleri da bağımsızlığını muhafaza edebilmiştir.

Yalnız Türkiye’deki Kürdler arasından, bir şehirli sınıfı oluşmaya başlamıştır. İran ve Kafkas Kürdleri, böyle bir şehir hayatına girmemişlerdir.

Şeref Han’ın İddiası: Kürdler’in bir tarihi devirleri olmadığı için milli bir (hars-culture) ları da yoktur. Ve âdetleri kaydedilmemiştir. Yalnız Şerefname sahibi, (Şeref han-ı Bitlisi) vardır ki bu zat Kürdler’in yegane tarihçisidir. Fakat bu zat, tarihinde, İran tarihinin etkisinden kurtulamamış ve daima İran tarihçilerinin teorilerinden yola çıkarak Kürdler’in İran ahalisinden olduğunu iddia etmiştir. Bahsedilen kişinin iddiasına göre Kürdler (Yehu Desb) –Dehak ismiyle meşhurdu– zamanında göç ederek, Kürdistan dağlarına çıkmışlardır. Göçlerinin sebebi olmak üzere de; hükümdar Yehu Desb’in zulmünü gösteriyor. Bu hükümdar, her gün iki insan beyni yiyormuş, fakat aşçıları vatandaşlarını öldürmek istemediklerinden, insan beyinleri yerine kuzu beyni vermeye başlamışlar ve kurbanlık insanlar da, birer birer Kürdistan dağlarına firar etmişler ve orada Kürd neslini kurmuşlardır.

Bu aktarım, İran tarihine aittir. Firdevsi’nin Şehname’sinde de aynı şekle tesâdüf ediliyor. Kürdler bu hükümdarın ortadan kaldırılış zamanını kutluyorlar. Her sene Ağustos’un on birinci günü, (Demavend) şehrinde bir merasim yapılıyor ve buna “İd-i Kürdi” veya altın kadar değerli fikirlerin sahibi (Mesudi) nin kavline göre de “el mühr-i can”(bahar bayramı) bayramı ismi veriliyor.

Burada İranlılar ile Kürdler arasında ilişki izleri görülüyor. Bu ilişkinin durumu için çeşitli teoriler dile getirilmiştir. İngilizce “İran Tarihi” yazarı (Sir J. Malcolm) bu rivayetin âdi bir baskıcı rejim örneği olduğunu ve Kürdler’in İranlılardan aldıklarını iddia ediyor. Halbuki Alman tarihçilerden (Hammer) diyor ki “Bu , Kürd nesli hakkında yegane tarihi bir fıkradır. Fakat bu fıkrayı şu suretle hal etmelidir. Yezidilik ile Şemsilik İran dinlerinden idi. Bunlardan şemsilik İran’da, asıl Yezidilik de Kürdistan’da yayılmıştı. Halbuki Yezidi Kürdler’in İran’dan geldiklerini görüyoruz. O halde, şu teori ortaya çıkıyor: İran’da (Ehrimen)e ibadet eden bir kısım halk, (Hürmüz)e ibadet edenlerin yanından ayrılmaya mecbur olmuş ve bir sömürge halinde Kürd dağlarına gelmişlerdir.”

Fakat diğer tarihçilerin araştırmaları, Dehak meselesini tartışılır bir şekle koyuyor. Kürdler, Dehak zamanında göç ettiklerini kabul ediyorlar. Dehak’ın ise İranlı olduğu düşüncesi hemen yok gibidir. Eski tarihçiler bu hükümdarı Suriyeli, Arap, Keldani addediyorlar. Yeni tarihçiler ise bu hükümdarın Asur hükümdarlarından biri olduğunu kabul ediyor. Zaten Firdevsi’nin, bu kişinin hükümranlık zamanını bin sene göstermesinden anlaşılıyor ki, Dehak bir hükümdar değil, bir aile idi ve bin sene kadar İran’ı istilası altında bulundurmuştur. Bu devirde bazı İran kabilelerinin kuzey tarafından iskan edildiği söylenebilir. Zira kuzeyde de bir hükümet var idi. Ve bu hükümet Asurluları taciz ediyordu. Şerefname hiçbir zaman Kürdler’in birleşik bir idare teşkil edemediklerini kabul ediyor. Bu neticeden de şu çıkarılabilir: Kürdler çeşitli zamanlarda çeşitli aşiretler halinde Kürdistan dahiline sevk edilmişler ve daima da bu halde kalmışlardır. Bu durumu, (Şerafeddin-i Bitlisi) itirazsız kabul etmektedir.

Dil ve Edebiyat: Dillerine bakarak, Kürdler’in “Ari” ırkına mensup oldukları anlaşılıyor. Fakat bu dilin şekli meselesi de tamamıyla halledilememiştir. Zira, bu gün Slavca söyleyen eski Türk Bulgarlar, Romence söyleyen eski Palajlar, Almanca söyleyen eski Rusyalılar, İngilizce söyleyen eski Normanlar, Arapça söyleyen eski Berberiler, Mısırlılar ve eski Asuriler vardır. Küçük ve geçmişleri belirsiz milletler için dilin bir önemi kalmamıştır. Petersburg akademisi tarafından basılan “Kürdçe-Rusça-Almanca Lügat” kitabında “8307” kelime vardır ki bu kelimeler aşağıdaki kısımlara ayrılır.

Dil:

Kelime Adedi
Pehlevi (eski) 370
Zend 1240
Türk(eski Türkmen) 3080
Ermeni 220
Arab (Yeni dilden) 2000
Farisi (Yeni edebiyattan) 1030
Asıl Kürd 300
Çerkes (eski) 60
Kürdçe (eski dilden) 20
Keldani 108

Bu listede en büyük toplamı iki dil oluşturuyor: Türk şubesi: 3080 kelime
İran şubesi: 370+1240+1030 = 2640 kelime

Arap şubesi de önemli gibi görünüyor. Fakat doğrusu öyle değildir. Zira buradaki Arap kelimeleri dini tabirler ve bir takım ilmi kelimelerdir ki Türk aşiretleri arasında kullanılır değildir. Sonra, melul, melus, mülhem, tahammül, tahvil, işgal, iğfal, vesaire şeklinde olan Arap kelimeleri, Arap diliyle alakasını kesmiş, Türk diline girmiştir. Zira bunların anlamlarında ve kullanım biçimlerinde pek çok zıtlık vardır. Ve bu kelimeleri, Türk dilini tahsil eden Kürdler söylemektedir. Bundan dolayı bu gibi Arap kelimelerini de Türk şubesine dahil etmek lazımdır ki bu suretle Türk şubesi pek yüksek bir toplama ulaşır.

Lakin, Kürd dilinin kuralları “Aridir”. Ve bu kurallar, doğrudan doğruya Farsi dilin bir şubesidir. Bundan dolayı, Kürd dili ile kelimeleri arasında bir ilgi bulmak güçtür. Bilhassa Kürd hayatını teşkil eden yayla ve dağ kelimelerinin büyük çoğunluğu da Türkçe’dir. Ve aslen Kürdçe olan “300” kelimeden “107” kadar kelime de dağ hayatına ait tabirler için kullanılır. Fakat bu durum bütün Kürdler arasında aynı şekilde değildir. (Kelhur) ailesiyle (Kırmanç) ailelerinden, dağ kelimeleri Çerkes lisanından ve Tatarca ile karışık bir dilden oluşmuştur. Sonra, dilin cümle şekli birleşik gibidir. Tabi bir milletin dilini de bu “Cümle Şekli” ifade eder. Bu dil, kurallarına göre, “Hindu-Avrupai” şubesine mensup ve eski Farsi dilin esasıyla, bu günkü ve Şah Abbas zamanındaki İran dili arasında kalmış gibi görünüyor. Bundan dolayı, tam bir millet dili olmaktan ziyade çeşitli etkiler altında kalmış bir dil addolunabilir. Bilhassa kaydetmek gerekir ki, Kürd kabileleri arasında ortak olan kelimeler, Kürd, Pehlevi, Zend, eski Farsi kelimeleri değildir. Belki Türk, Türk-Arap (Türkçe’deki Arap kelimeleri) yeni Farisi ve Şah Abbas devrine aid Farsi kelimelerdir.

Bununla beraber dilin fiillerinde de bir ayrılık vardır. Yalnız yeni Farsi şekli bir düzen içinde devam ediyor. Asıl Kürdçe fiiller tek tük ve doğrulanmamış bir takım kelimelerdir ki “fiil”den ziyade “isim” addolunabilir. Bu suretle, dilin şekli kaybolmuş ve istilaların etkisi altında da yeni bir dil karması meydana gelmiştir. Profesör Weber diyor ki: “ Kürd dili, bir dil karışımı da değildir. Belki bir kelime karışımıdır.” Tabiki, bu dereceye kadar eriyip dağılmış bir dilin tekrar diriltilmesi mümkün değildir. Bundan dolayı eski Kürd dili hiçbir şekilde halledilemez ve sınıflandırılamaz. Görülüyor ki dil, Kürdler’in kökenleri hakkında kesin hiçbir sonuç vermiyor. Gramer ve cümle yapısının “Hindu-Avrupai” şubesine ait gibi görünmesiyle milletin kökenini tayin etmek doğru olmaz. Böyle bir ilişki kurmak için, fiillerden başka bir sebep doğru değildir. Kembriç Darülfünun ilk çağ tarihi hocalarından (Siyc) Kürdler’de bir edebiyatın mevcut olduğunu söylüyor:

Bu edebiyat pek ilkel bir halde olmayıp bir takım şiirler, şarkılar, maddi zevklere, aşka ve bir çete başının bir eşkıyanın kızlara muhabbetine, Fatma’nın çocukları Hasan ve Hüseyin, ve dağlara aittir ki bunlar, Kürdlerin hayatından birer parça addedilebilir. Bu kısımdan olarak daha bir takım şiirler vardır ki, bunlar milli Kürd hayatına ait olmayıp Arap, Türk, Farsi dilini tahsil ederek Osmanlı, İran, Arap edebiyatlarının etkisi altında kalan şehirleşmiş bazı Kürd mollalarının eserleridir. Masallar da, Kürd malı değildir. Bunlar bin bir gece hikayelerindeki eski doğu medeniyetinin birer ilkel şeklidir. Ve on bin sene evvel başlamış bir devre ait hikayelerdir ki, bu masallar, gerek Türklerde, Araplarda, Acemlerde, gerek Asuriler ve gerek Tatarlarda aynı şekilde nakledilmiştir. Hatta Çerkesler, Gürciler ve Kafkasya’nın diğer kavimleriyle Ermeniler bile bu masalları naklederler. Bunlar, milletlerarası Asya masalları adedine dahildir.

Asıl önemli nokta şarkılardır. Bunlar, eski bir devirden kalma olmadıkları için eski ve geçmiş zamanlardaki Kürt hayatından bahsetmezler. Bunların çoğu Türklerin istilasından sonraki devirlere ait olup genel olarak hayatlarına bakacak olursak 350-400 seneyi geçmezler. konular her yerde aynı ilkelliktedir fakat, (Lur) ve (Kuran) kabileleri arasında bir konu ilişkisi dikkati çekmektedir.. Şive ve bilhassa tabirler, benzetmeler, duygular arasında pek bariz farklar vardır. Bu farkları, aşağıda belirteceğimiz dört büyük şubede görüyoruz.

1. Kurmanc = Kurmac
2. Lur = Lor
3. Kelhur- Gelhur = Lek
4. Kuran

Bundan dolayı Kürd milli edebiyatında köken meselesini halle yarayabilecek bir içerik görülmüyor.

Kürd Kelimesi: Yeni tarz tarih, millet ismine de özel bir önem atfeder. Bundan dolayı, isme göre de Kürdler’in kökenini araştıralım:

Bu isim hakkında uzun tartışmalar vardır. Fakat kelimenin gelişimini tahlil ederken, ilk safhada Yunan tarihçilerinden Strabon ile Ksenefon’u görürüz. Bunlar yalnız kuzey Kürdistan’dan bahsederler ve ahaliye (Kalu–Kiyd) ismini verirler. Ksenefon, İran’a giden “On Binler” ordusundan esir olarak dönenlerden nakil ile diyor ki: “Bunlar kendilerine (Gurdi-Gordy) ismini veriyorlar ve halk arasında bu isim yaygındır.” Ksenefon’dan sonraki tarihçiler de aynı ismi az bir uyuşmazlıkla kullanmışlardır. Yalnız, Asur salnamelerinde ne Ksenefon’un (Gurdi-Gordy) ve ne de diğer doğu tarihçilerinin “Kürd” kelimesine tesadüf edilmiyor. Asur hükümeti böyle isimde bir millet tanımıyor. Halbuki bu gün “Türkiye Kürdistan’ı” namıyla yad edilen bu mahalle ait pek çok savaşlar, olaylar ve anlaşmalar zikrediliyor. Bütün bunlar Hititler gibi aslı Turani olan bir millete atfediliyor. Asur taş salnamelerinden çıkarılan bu bilgiden sonra, Ksenefon’un kaydı önemsiz kalmıştır. Ve bilhassa Asuri hükümdarı, (Dehak, Dehhak) zamanında bu kıtaya getirildikleri rivayet edilen bu insanlar hakkında bir kaydın bulunması lazımdır. Tabii, Asuriler bunlardan bahsetmişlerdir, fakat başka bir isim altında olarak bahsetmişlerdir.

Bu durum, “Kürd” isminin bir millet ismi olması teorisini çürütür ve sonra Doktor Siyc’in kaydettiği: “Dikkate değerdir ki, kahramanlığa ait şarkılarda, kahramanın ismi zikredilir ve milleti açıkça belirtilmez. Hiçbir şarkı yokdur ki “Kürd kelimesi bulunsun” durumu da iddiamızı kuvvetleştirir.” Petersburg akademisi, bu noktadaki araştırmalarını şu suretle özetliyor: “Kürd kelimesi ‘Hindu-Avrupai’ lügatinde mevcut değildir. Cengiz, batı cihetinde bir kabilenin himayesini kabul eylediği zaman, bu memlekete bir (Kürt) tayin ederdi. Bu kaydı İran tabirlerinde görebiliriz.

Aynı zamanda, Çin’de bu yöntemin uygulandığı kayıtlıdır. Ve (Kürt) bağımsız veya himayeli (Bey) manasıdır. Fakat “Kürd” kelimesi (Kürt) müdür. Bu hayli müşkül bir meseledir.

Gerçekten, “t” ile “d” aynı sedadadır. Fakat her dil arasında böyle bir harfle birleştirilebilecek binlerce kelime vardır ki, bunlar tamamıyla ayrı diller ve kelimelerdir. Bu mesele kelimenin benzemesi ile değil, tarihi ile halledilebilecektir.

Biliyoruz ki Asuriler zamanında bugünkü Kürdistan’da (Lurdehu) namında Turanlı bir hükümet var idi. Ve tabii ki , bunlar da Cengiz’in kullandığı “Kürt” kelimesini kullanırlar ve Kürd aşiretleri, bu mahalle geldikleri zamanda bu kelimenin alışıla gelmiş ve yayılmış olduğu düşünülebilir. Bundan dolayı, bu tabir, (Lurdehu) beylerinin unvanıydı ve Kürdler efendilerinin yerlerini işgale başladıkları veya ilk geldiklerinde bu önemli hizmeti gördükleri zaman (Kürd) ismini almışlardır. Bu, en yakın bir teoridir. Yeni tarihçilerin hemen hepsi de bu teoriyi kabul edebiliyor. Bu suretle de “isim” ile köken arasında bir ilişki bulmak mümkün oluyor. Doktor Siyc “Kürd” kelimesinin “Lurdehu” kelimesinden çıkmış addediyor ki, bu da önemli bir iddiadır.

Kürdün Geçmişi: İlmin son bir araştırma yöntemi kalıyor, Kürt tarihinin krokisi nedir?

Kürdlerden ilk bahseden Ksenefon diyor ki: “Bu millet kendi başına olup on binler istilasında da sarp ve geçilmez bir halde bulunan dağlara çıktılar. Buralardan büyük taşlar yuvarlayarak hücum edenlere karşı müdafaada bulunuyorlardı”. Şerefname, bu noktalardan bahsetmez. Ksenefon, bu ahalinin işgal ettiği sahayı pek düzgün göstermez. Fakat, Şerefname bunları Basra körfezinden Marguş ve Malatya’nın doğusuna, Acemistan dağları hizasına kadar uzanan düzgün bir arazi sahasında gösteriyor. Bu gün de aynı sahaya dağılmış Kürd kabileleri görüyoruz. Halbuki bu sahada eskiden Asur, Midyat, Sümer, Akad, Hitit ve Lurdehu hükümetleri var idi. Hiç şüphesiz, Kürdleri bu beş hükümetin torunları addedemeyiz. Zira, hemen hemen bütün teşkilatları malum olan bu hükümetler ile Kürdler arasında hiçbir ilişki yoktur. Bu meselenin aşağıdaki iki teori ile halli mümkün olabilir.

1. D(Z)ehak ; Midya, Sümer, Akad, Asur, Hitit, Lurdehu hükümetlerini istila etmiş ve buralara İran’ın batısından bir takım halk getirilmişti. Bunlar, hükümetin her tarafında gezip dolaşarak etrafa dağıldılar.
2. Asur hükümetinin bitişinden sonra, bunların düzgün arazisi dahilinde bir genel dağılma başlamıştı ve kendi başlarına aşiretler buralara geliyorlardı. Türklerin ve Türkmenlerin de kısmen bu zamanda geldikleri tarihen kayıtlıdır. Bazı melez İran aşiretlerinin de bu halde gelmeleri mümkündü.

Bu iki teorinin haricinde bir şey söylenemez. Zira, eğer Kürdler bulundukları sahalarda bir hükümet teşkil eden bir millet olsalardı, nüfuslarının keşif olunması gerekirdi. Halbuki pek açık olan bu sahadaki diğer milletlerin toplamından daha azdırlar ve daima başka başka devletlerin himayeleri altında yaşadıklarına dair tarihi bilgiler de vardır. “Eksenafon” bunların daima yek diğerleriyle savaş halinde olduklarını zikir ediyor. İlk çağ tarihleri bu halde kalıyor. Sonra, orta devirlerle en son döneme ait tarihi olaylar başlıyor ki Şerefname’de bu kısımdan bahsediliyor. Şerefneme’de pek doğru zikredildiği gibi, bütün Kürdler, tümü bir beylik teşkil etmemiştir. Kürdler kendi başlarına parçalar halinde ve çeşitli zamanlarda birer müstakil beylik kurmuşlardır. Aslen Kürd hanedanından olan Bitlisi–Şerefname yazarı (Şeref Han)-, milletin bütün hayatına ve hikayelerine vâkıf idi. Bahsettiğimiz kişi Kürdler’in dağınık bulundukları mahalde bir hükümet tesis edilmediğini kaydediyor. Ve söylediğimiz gibi “Bunlar da İranidir” diyor. Fakat, asırlarca devamedegelen hayatlarından hiçbir şey bilinmiyor. Kaydettiği tarihi olaylar ise bugünkü Kürdistan’da teşkil etmiş bir milletin hayatına aittir. Bu zabıtnamelerden kökene ait hiçbir sonuç çıkarılamaz.

Kürdler’in geçmişte önemli bir rol oynamadıklarını gösteren diğer bir cihet daha vardır. Biliyoruz ki Asya tarihinin büyük bir kısmı masal şeklinde kitaplaştırılmıştır. Bu sonuç, büyük hükümetlerin bütün bütün Asya’yı bir müddet kendi yönetimleri altına almalarından doğmuştur. Bu idare süresince ortak bir takım efsaneler doğuyordu. Bu efsanelerde bütün Asya milletlerine mensup şahsiyetlerden bahsediliyor. Halbuki bunlarda Kürd şahsiyetini ve Kürdler’in ahlak ve tabiatlarını tasvir eden bir örnek yoktur. Tarihçi “Malkolm” bu mesele ile pek ziyade ilgilenmiş ve bu efsanelerde “Kürt Şahsiyeti” aramış idi. Neticede diyor ki: Efsanelerde Kürdlüğe dair hiçbir kayıt yoktur.

Alişan Akpınar



Notlar:

* Bu yazı; Vesta Dergisi, Sayı 3-4, Yıl 2004’ de yayınlanmıştır.

[1] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Cemil Koçak, Umûmî Müfettişlikler (1927-1952) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 84.
[2] Hasan Hişyar Serdî, Görüş ve Anılarım (İstanbul: Med Yayınları, 1994), s. 188-189. Ayrıca bu konuyu farklı bir açıdan inceleyen önemli bir makale için bkz: Serdar Şengül, Fuat Kardeş, “Bir Hafızasızlaştırma ve Yeniden İnşa Projesi Olarak Türk Tarih Tezi ve Kürt Tarih yazımı”, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı:96, Bahar 2003, s. 35-61.
[3] Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Politikası (1913-1918) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001).
[4] Murat Küçük, “Mezhepten Millete: Aleviler ve Türk Milliyetçiliği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce MİLLİYETÇİLİK (İçinde), Cilt:4 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 902. Nejat Birdoğan, İttihat-Terakki’nin Alevilik Bektaşilik Araştırması (Baha Sait Bey) (İstanbul: Berfin Yayınları, 1995) (2.Basım).
[5] Dr. Friç, Kürdler-Tarihi ve İçtimai Tetkikat-, Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umûmiyesi Neşriyatından:3, Kütübhane-i Sadi, İstanbul 1334 (1918).
[6] Kamuran Ali Bedirhan, İçtihad, No:130, 14 Teşrin-i sâni(IX) 1918. Bu yazının transkrip edilmiş ve sadeleştirilmiş şekli için bkz. Vesta Dergisi, Sayı:2, Kış-zivistan 2004, s. 264-270.
[7] Mehmet Bayrak, Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm (Özge Yayınları, Şubat 1999), s. 21.
[8] Bu konuda en derli toplu ve en geniş çalışma için bkz. Mustafa Şahin Yaşar Akyol, “Habil Adem Ya Da Nam-ı Diğer Naci İsmail (Pelister) Hakkında…I-II”, Toplumsal Tarih Dergisi Cilt:2, Sayı:11, Kasım1994, s. 6. Cilt:2, Sayı:12, Aralık1994, s. 17. Burada yazmış olduklarımız da çoğunlukla bu iki makaleden derlenmiştir.
[9] Mustafa Şahin, Yaşar Akyol, aynı makale, s. 9
[10] Abidin Nesimi (Fatinoğlu), Yılların İçinden (İstanbul: Gözlem Yayınları,1977), s. 111-112’den aktaran: M.Şahin, Y.Akyol, aynı makale, s. 7-8.
[11] Abidin Nesimi. a.g.e., s. 112-113’den aktaran: M.Şahin, Y.Akyol, aynı makale, s. 10.
[12] Habil Adem: Ankara ve Avrupa Siyaseti, İstanbul 1339(1923), s. 3’den aktaran: M.Şahin, Y.Akyol, aynı makale, s. 8.
[13] Bu olaylar için bkz. Mustafa Şahin, Yaşar Akyol, aynı makale II, s. 17-19.
[14] M.Şahin, Y.Akyol, aynı makale, s. 12.
[15] Ali Birinci, “Hâbil Âdem Pelister Hakkında”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:19, Temmuz 1995, s. 54-55. Cüneyt Okay, “Hâbil Adem’e Dair Bazı Notlar”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 19, Temmuz 1995, s. 56-57.
[16] Füsun Üstel, Türk Ocakları (1912-1931) (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 17-18.
[17] Habil Adem kitabında bir de tablo vererek Kürtçe de yer alan kelimelerin büyük bir çoğunluğunun Türkçe olduğunu anlatır. Ne ilginçtir ki bu sahtekarlıktan on yıllarca sonra bu uydurma kitabı bir DGM savcısı olan Nuh Mete Yüksel, Hacettepe Üniversiteli gençlerin yargılamaları sırasında kaynak kitap olarak göstermiş ve Kürtçe diye bir millet dilinin aslında olmadığını anlatırken bu uydurma kitabı kullanmıştır (Özgür Politika 23 Mayıs 2002).
[18] General Naci Tınaz, Van Tarihi–Kürdler Hakkında Tetebbuat-, Matba-i Ebuzziya, İstanbul 1926. Milli Kütüphane Türkçe Yazma No:4916.
[19] Hazreti Fatma’nın çocukları Hasan ve Hüseyin için kullanılmış olabilir. Zira Kürt semah ve deyişlerinde bu isimler sıkça geçmektedir