Kürt gravürlerine sansür

|
Görsel Tarih Açısından Gravürün Önemi



Bilindiği gibi gravür, fotoğrafın henüz toplum yaşamına girmediği döneme ilişkin bir sanat dalıdır.

İslami toplumlarda dinsel etkilerle resim ve gravür sanatı gelişmezken, Batılı toplumlarda Rönesansla birlikte bu sanat dallarında büyük bir aşama kaydedilmiştir. İnsanları gerçek boyutlarıyla resmetmek, İslami toplumlarda „Tanrı’ya şirk koşmak“la özdeşleştirildiğinden, yazık ki çok önemli yeteneklere rağmen bu sanat dalları gelişemiyor ve bunun yerine bir bakıma „yazıyı resmetmek“ olarak nitelendirebileceğimiz hat sanatı ve nesneleri gerçek boyutlarından çıkararak resmetme anlamına gelen minyatür sanatı gelişiyor. Osmanlı, İran ve Hint minyatürleri, bu dalın en yetkin ürünleri olarak sanat tarihindeki yerini alır.

Kuşkusuz, matbaanın üçyüz yıl gecikmeyle alınmasının yanısıra sanat üzerindeki bu tabu ve ambargo da, İslami toplumlarda sanatın geri kalmasının en büyük etkeni olmuş.

Oysa, aynı dönemlerde özellikle Rönesanstan sonra bir anlatım aracı olarak resim ve gravür sanatında büyük aşamalar kaydedilmiş, 19. yüzyılın ortalarından itibaren de fotoğraf sanatı buna eşlik etmeye başlamıştır.

Resim ve gravür sanatıyla Doğu insanı da Batı literatüründe boygösterir, bir bakıma Doğulu’nun görsel tarihi Batılılarca yazılırken; Batılılaşma hareketiyle birlikte, özellikle Gayrimüslim ve Gayrıtürk insanların önayak olmasıyla sözkonusu sanat dallarının Osmanlı toplumunda da boyverdiğini gözlemliyoruz. Buna, daha sonra Türkler’in de eklendiğini görüyoruz.

Bilindiği gibi, gerek resmi görev gerekse özel görevler veya seyahat amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Batılılar, gerek mektup gerekse seyahatname tarzındaki anlatı eserlerinde kimi zaman görsel anlatı ürünü olarak, bir çeşit çizgi-resim veya desen olarak adlandırabileceğimiz gravürlere de yer vermişler ve bu ürünler eserlere daha bir zenginlik ve güzellik katmıştır.

Bu gravürleri kimi zaman doğrudan yazarın kendisi, kimi zaman de onun anlatımlarına dayanarak başka ressamlar çizmiştir. Bu gravürlerin birer sanat şaheseri sayılabilecek örnekleri bulunduğu gibi, zayıf örnekleri de vardır kuşkusuz.

Gravürler genellikle pastel boyalar, çini mürekkep ve karakalem olarak çizilmiştir. Fotoğraf sanatının gelişmeye başladığı dönemlerde bile, kimi zaman gravürün tercih edildiği, başka bir deyişle fotoğraflanan bir figürün zaman zaman gravürünün tercih edildiği görülmektedir. Kısaca, bir toplumun görsel tarihi açısından büyük öneme sahiptir gravürler.



Resmi Görüşe Eşlik Eden Sansür ve Saptırmaİttihad-Terakki yönetiminden başlayarak Türkçü resmi görüş, yaşamın başka alanlarında olduğu gibi, Kürtler’e ilişkin gravürlerde de kendini göstermiş. Kürt gravürleri üstündeki sansür ve saptırma olgusunu, birkaç örnekle göstermek istiyorum.

Bunun en tipik örneklerinden biri, Fransız, İngiliz, Alman, Avusturya ve İsveç gibi Batılı ülke literatürlerinde „Kürd Prensesesi“, „Kürdistan Kahramanı“, „Kürdistanlı Kara Fatma“, „Kürd Amazonu“; Osmanlı literatüründe „Kürd Cengâveri, Kürd Mücahidini, Kürd Prensesi“ gibi sıfatlarla geçen; Kürt literatüründe „Fataraş“ olarak anılan, ancak İttihad’dan sonra birdenbire „Türk Kahramanı Kara Fatma“ya dönüştürülen, 1853-56 Osmanlı-Rus Savaşı’nın meşhur kadın kahramanı Kara Fatma’dır.

Osmanlı toplum yaşamında bir dönemeç niteliği taşıyan sözkonusu savaş, „kutsal savaş“ olarak ilan edilip tüm Osmanlı memleketlerinden yardım talep edildiğinde, Maraş yöresinde yaşayan Sinemilli aşiretinin önde gelenlerinden Kara Fatma da (Fataraş) himayesinde topladığı 300 dolayında süvari ve piyade ile bu savaşa katılmak üzere başkent İstanbul’a gider. Osmanlı ülkesinin dörtbir yanından bu tür gönüllü birlikler gelmesine rağmen, hiç birisi Fataraş’ın birliği kadar ilgi çekmez. Bu nedenle Kara Fatma ve birliği, Başkomutan Rıza Paşa’nın yanısıra Osmanlı Sultanı Abdülmecid tarafından da kabul edilir.

Bu savaşa, İngilizler ve Fransızlar da Osmanlı ile birlikte katıldıklarından, İstanbul, yerlilerinin yanısıra Avrupa ülkelerinden gelen askerler, yazarlar, gazeteciler, gezginler ve ressamlarla doludur. Bu nedenle, bir köylü kadının komutasında İstanbul’a gelen bu gönüllü milis birliği, hem Batılıların hem de İstanbul halkının büyük ilgisini çeker. Slade gibi müşavir-paşalar Kara Fatma’nın İstanbul’a gelişini ve yaptığı gövde gösterisini seyahatnamelerinde övgüyle anlatırken; çok sayıda gazeteci ve ressam da kendisinin çeşitli haber ve gravürlerini dergi ve gazetelerine taşırlar. (1)

Kara Fatma, İstanbul ziyareti aşamasında (M. Fossati)nin nefis bir gravürüyle önce 15 Nisan 1854 tarihli L’Illustration, Journal Universel dergisi yoluyla (2) Fransız basınına yansıra (Resim:l-a). Gravürün, „Kürdistan kahramanı Kara Fatma İstanbul’da“ anlamına gelen altyazısı şöyle: „Kara Fatima, l’héroine du Kürdistan, a’ Constantinople“.

Aynı gravür, yaklaşık 90 yıl sonra Cumhuriyet basınına „Tarihin Dişi Arslanı“ altbaşlığıyla yansıyacak (3) ve şu açıklamaları okuyacağız: „Kara Fatma’yı hepimiz biliyoruz. Kırım Harbi zamanında 65 yaşında ohmasına rağmen peşine taktığı yüzlerce gönüllü ile İstanbul’a gelmişti. Yukardaki resim 1854’te Fransızca Illustrasyon’da çıkmıştır. Altında (Dişi Arslan) yazar.“ (Resim: 1-b)

Gravürün altında yeralan „Kara Fatma, Kürdistan kahramanı Canstantinople’de (İstanbul’da)“ ibaresi bir kalem darbesiyle sansürlenmiş ve „Dişi Arslan „a dönüştürülmüştür.

Kara Fatma’nın İstanbul’daki görüntüleri, bundan hemen sonra İngiliz basınında boygöstermeye başlar. 22 Nisan 1854 tarihli The Illistrated London News dergisi, Kara Fatma ve mahiyetindekileri „Kara Fatma Hanım, Kürt süvarileriyle İstanbul’da“ altyazısıyla verir. Buna, 24 Naziran 1854 tarihli başka bir gravür daha eşlik edecektir.

Kara Fatma, yalnız İngiliz gazetelerine değil, seyahatnamelerine de girmekte gecikmez. Sözgelimi, İngiliz gezgin ve yazar Lady (Mary) Shail, daha savaş tümüyle bitmeden yayımladığı 1856 tarihli bir eserinde (4), Kara Fatma’yı davulcular ve trampetçiler eşliğinde saldırıya geçen bir savaş gravürüyle yansıtır.

Kara Fatma, bundan yaklaşık on yıl sonra bu kez (A. de Neuville)ün farklı bir nefis gravürüyle ünlü Fransız seyahat dergisi Le Tour de Monde ‘a yansır.(5) Gravürün altyazısı şöyledir: „Kara Fatma, la princesse kurde“ (Kara Fatma, Kürt Prensesi). (Resim:2-a)

Aynı gravür, aynı yıl ünlü Alman etnografya ve seyahat dergisi Globus’a da aktarılır.(6) Gravürün alt başlığı ise şöyledir: „Kara Fatma, eine kurdische Prinzessin“(Kara Fatma, Kürt Prensesi).

Aynı gravür, 19. yüzyıl sonlarında, ünlü kartpostal yayıncısı Max Fruchtermann tarafından renklendirilerek (240) nolu kartpostal olarak yayımlanır. Kartpostal yayıncılığında o zamanki modaya uyularak altta Fransızca „Kara Fatma-La princesse kurde“ (Kara Fatma-Kürt Prensesi), üstte ise Osmanlıca „Kürd cengâverlerinden Kara Fatma“ ibaresi kullanılır.

Kara Fatma’nın önce Osmanlı, daha sonra Cumhuriyet literatüründe en çok kullanılan gravürü, budur.

Osmanlı yayınlarında Kara Fatma’ya bir „Amazon“ olarak ilk değinen kişi Ahmed Midhat Efendi olur. Ahmed Midhat, Amazonlar yani savaşçı kadınlar üstüne kurduğu 1875 tarihli yazısında, birçok ünlü amazonun yanında Kara Fatma’ya da yer verir. (7)

Kara Fatma’ya ve Kars cephesinde yine Osmanlı-Rus Savaşı’na katılan başka bir Kürt kızına değinen Osmanlı aydınlarından biri de Namık Kemal’dir. Namık Kemal, Abdülhak Hamid’e gönderdiği 30 Mart 1879 tarihli bir mektubunda (8), nişanlısının peşisıra sözkonusu savaşa katılıp şehit olan bir Kürt kızından sözeder ki, bu sonradan Vatan Yahut Silistre’nin baş kahramanı Zekiye tipiyle bir tiyatro eserinde yeniden hayat bulacaktır.

Bu ve benzeri çeşitli yayınlardan sonra İttihad ve Terakki döneminde 1914’te yayımlanan Siyanet dergisinin 4. sayısında üstteki (2-a) nolu gravür verilerek, hiç bir kanıt gösterilmeden Kara Fatma, „Türk“ olarak sunulur. Bu, tam da „kutsal savaş“ olarak ilan edilen Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıldır. Aynı iddia, aynı derginin 15. sayısında yayımlanan Halil Hâmid imzalı Kürt kadınlarına ilişkin bir yazının, dergi redaksiyonunca eklenen dipnotunda da tekrarlanır: „Silsile-i kelâma halel getirmemek için muharririn Kara Fatma’ya ait olan fıkrasına dokunmadık. Dört numaralı nüshamızda resmini ve tercüme-i hâlini derc ettiğimiz Kara Fatma Kürd değil, Türk’tür.„(9)

Oysa, bundan bir yıl sonra yine Kara Fatma’yı işleyen Kadınlar Dünyası dergisi, yukardaki gravürü kapak konusu yaparak, onun Kürt kimliğine açıkça vurgu yapar. (10) Aynı derginin 38. sayısında da; „Kırım muharebesinde ise bir Kürd kadınının, Kara Fatma’nın Osmanlı ordusunda gösterdiği yararlıkları henüz unutmadık“ sözleriyle aynı belirleme yapılır. (11)

Ne var ki, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde İttihadçılığın gerici mirasını alan kimi sözde aydınlar, düzmece belgelere dayanarak aynı gravürü, „93 Harbi’ne katılan Cerid aşiretine mensup Kara Fatma“ olarak sunmaya kalkışırlar. Bunun ilginç örneklerinden biri, söylediklerini belgeleyemeyen İslamcı yazar Aynur Mısıroğlu’dur. Mısıroğlu, sözkonusu eserinde (12) yukarda anılan gravürü şu alt başlıkla vermekte bir sakınca görmez: „Kuva-yı Milliye’nin ilk mübeşşirlerinden: Doksanüç Harbi’nde Aziziye tabyalarında göğsünü Moskoflara siper eden meşhur Kara Fatma mâhiyyeti ile“. (Resim: 2-b)

Yukarda da vurguladığımız gibi, Kara Fatma, Kürt kadın tipini dünyaya tanıtan başlıca kadın kahramanlardan biridir. Osmanlı veya Kürt kadınından sözaçan birçok Batılı eserde olduğu gibi, Avusturya literatüründe de Kara Fatma’ya özge bir yer verilir ve onun bir başka ilginç gravürü yayımlanır. (13)

Bu gravürün Almanca altyazısı şöyledir: „Die Kurden-Amazone Kara Fatma“ (Kürt Amazonu Kara Fatma). (Resim: 3-a)

Gelin görün ki, sözkonusu gravür, yaklaşık 120 yıl sonra yine sözde bir araştırmacı tarafından, „Cerid aşiretinden Çukurovalı Kara Fatma“ya dönüştürüldü ve dahası sözkonusu gravür „fotoğraf“ olarak sunuldu. (14)

Makale yazarı tarafından basına gösterilen ve kaynağı gösterilmediği gibi, bir de fotoğraf olarak sunulan sözkonusu gravürün altında şu sözler yeralıyor: „Çukurovalı Kara Fatma’nın 1854 yılında İstanbul sokaklarında yabancılar tarafından çekilen fotoğrafı.“ (Resim: 3-b)

Kuşkusuz Kürt gravürleri üzerindeki sansür ve saptırma salt Kara Fatma gravürleriyle sınırlı değildir.

Sözgelimi Helmut von Moltke’nin ünlü eserinde (15), Diyarbekir’den gelerek Osmanlılar’la Mısır Valisi İbrahim Paşa arasında cereyan eden Nizib Savaşı’na katılan „başıbozuk“ yardımcı savaşçı grupları betimleyen ve „Bashi-bosuks. Hilfstruppen aus Diarbekir“ (Diyarbekir’den başıbozuk yardımcı gruplar) altbaşlığıyla verilen bir gravür (Resim: 4-a), yaklaşık 130 yıl sonra bir tarih dergisinde „Asakir-i Milliye“ye dönüşebiliyor (Resim:4-b). Bu ifadeyi gören, sözkonusu gravürü „Milli Mücadele“ye katılan gönüllüleri yansıtan bir resim sanır (16).

Kürt kökenli bir tarihçi olan Cemal Kutay’ın Kürt gravürleri üstünde yaptığı saptırmalar bununla bitmez ve birçok kez tekrarlanır.

Sözgelimi ünlü Fransız ressam Duhousset’nin, ünlü Fransız dergisi Le Tour de Monde’da (Paris,1862) ve ünlü Alman dergisi Globus’da (Braunschweig,1863) yayımlanan, „Doğanla avlanan Kürt avcısı“nı yansıtan son derece estetik bir gravürü (Resim: 5-a), yaklaşık 100 yıl sonra Tarih Konuşuyor dergisinde (Sayı:4/1964) „Bir uç beyi“ne dönüştürülür (Resim: 5-b).

Aynı yazar, L. C. Beck’in Die heutige Türkei (Bugünkü Türkiye), (Leipzig,1877/78) adlı eserinde „Kurdische Häuptlinge“ (KürtBeyleri) olarak geçen ve üsttekini bütünleyen bir başka gravürü (Resim: 6-a) ise, birkaç sayı sonra (Sayı:27/1966) bu kez „Türk serdarının hazer ve sefer kıyafeti“ künyesiyle verilir (Resim: 6-b).

„Kürt tipleri“ni, „Doğu’dan Tipler“ olarak sunmak, yaygın olarak başvurulan ilginç bir sansür tipidir. Aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi, Tarih Konuşuyor dergisi bu yola başvurmayı da ihmal etmiyor. İşte, ünlü Fransız gezgin Henry Binder’in ünlü eserinde (17) yeralan H. Danger’in „Types Kurdes“ (Kürt Tipleri) gravürü (Resim: 7-a) ve işte Bedirhan ailesinden Kürt kökenli bir tarihçi eliyle gravürün aldığı isim: „Doğu’dan Tipler“ (Resim: 7-b). (18)

Son örneğimizi, Türkiye’de tüm tarih kitaplarında ve okul duvarlarında „Yavuz Sultan Selim“ olarak sunulan, Sincar Kürtler’inden Safevi Hükümdarı „Şah İsmail Hatayî“nin bir gravüründen vermek istiyoruz. Şah İsmail’in gravürü (Resim: 8-a) ile Yavuz’un minyatür-portresini (Resim: 8-b) araştırmacı-yazar ve gazeteci Murat bardakçı’nın kısa yorumuyla vermekle yetiniyoruz. (19)

Bu nasıl „tarihi konuşturmak“sa... Tarihi böyle konuşturmaktansa, hiç konuşturmamak daha iyi değil mi?.. Ya İttihadçı anlayışla birdenbire tersyüz edilen gerçeklere ve Cumhuriyet döneminde de sürdürülen bu sansüre ve saptırmaya ne demeli?.. Yukarda yalnızca birkaç örneğini verdiğimiz bu gerçeklik karşısında, bulgu ve belgeleri sansürleyen ya da saptıranların utanması gerekmiyor mu?..

Gerici zihniyetlerin geçmişte resmi veya gravürleri yasaklamasıyla bu ziyniyetin çok mu farkı var sizce?..